Bu yazının orijinali Psikeart Dergisi’nin “Bağlanma” başlıklı 26. sayısında, 2013 Mart-Nisan tarihinde yayımlanmıştır.

Emine Zinnur Kılıç

“Kevin Hakkında Konuşmalıyız” geçen sezon sinemada gösterilen, Lionel Shiver’in romanından uyarlanmış etkileyici bir filmdi. Her ne kadar filmdeki “felaket senaryosu” abartılmış da olsa bağlanma sürecinde nelerin, nasıl ters gidebileceğini adım adım bize izlettiriyordu. Romanı okuyan ya da filmi izleyenler hatırlayacaktır; bu öykü bir annenin oğlunun işlediği cinayetleri anlamlandırma çabasının öyküsüdür.

Anne (Eva) dünyanın her köşesini gezmiş, başarılı bir gezi kitapları yazarıdır. Evlilik bile onun için oldukça kısıtlayıcıdır ama yine de aşık olduğu Franklin ile evlenir. Başlangıçta çocuk doğurmayı hiç düşünmez çünkü onun için “anne olmak” demek “kendi annesi gibi olmak” demektir. Bu ise Eva’nın en çok korktuğu durumdur çünkü Eva’nın annesi evinden çıkamayan bir agorafobiktir. Eva ise bütün yaşamını kendi içinde de hissettiği, annesininkine benzer korkuları yenmeye çabalayarak geçirmiştir. Dünyanın dört köşesini gezmesinin ardında yatan aslında eve bağlanma korkusudur. Buraya kadar olan öykü bile bize bağlanma sorununun ilk tohumlarının daha bebek ortada yokken atıldığını gösterir: Anne olmaktan korkan bir anne!

Eva,  aslında çocuk  doğurmayı da pek düşünmez ama kocasının çocukları çok sevdiğini görünce onu mutlu etme isteğiyle hamile kalır. Bu süreçte ise anne olmaya ilişkin korkuları daha da artar çünkü kocasının kendisine karşı tutumu değişmiştir. Önceleri Eva’nın üstüne titreyen kocası artık bütün ilgisini doğmamış bebeğe yöneltmiştir. Eva’yı sürekli karnındaki bebeği düşünmeden hareket ettiği için eleştirmeye başlamıştır. Bebek daha doğmadan Eva’nın kişiliğini tehdit etmektedir. Doğum sürecinde ise Eva’nın kendine güveni yeni bir darbe alır. Dayanıklılığını ispatlama çabası ağrı kesicileri reddetmesine neden olsa da Eva, sonuçta doktora anestezi için yalvaracak duruma gelir. Böylece oğlu Kevin doğduğunda kendine güveni sarsılmış, tehdit altında hisseden bir annedir artık…  Kevin eğer ona biraz yardımcı olsa bütün bunlar geride kalabilecektir. Ne var ki bebek ilk andan itibaren annesini emmeyi reddederek onun korkularını daha çok arttıracaktır. Eva kendini tuzağa düşmüş hisseder.  Yavru ve anne arasında gergin, karşılıklı tehditlerle dolu bir ilişki başlar. Kevin’in huzursuz bir bebek olması, Eva’nın gerginliğini arttırır. Kendini yetersiz ve başarısız bir anne olarak algılar ve kendine bu duyguları yaşatan yaratıktan kaçıp gitmekten başka bir şey düşünemez hale gelir. Kocasının suçlayıcı yaklaşımı bu duyguyu pekiştirir. Kevin’e bakarken artık Eva’nın gözleri uzakların özlemi ile doludur. Bağlanma büyüsü bozulmuştur!

BAĞLANMA BÜYÜSÜ

Yavru ve anne arasındaki bağlanma süreci gerçekten bir büyü gibidir. Öyle bir büyü ki yavru ve anneyi birbirine bağlar; annenin gözünün hep yavrunun üstünde olmasını ve böylece onun gereksinimlerini karşılamasını, güvenliğini sağlamasını, hayatta kalabilmesini garantilemiş olur. Bağlanma, yavrunun güvenlik sistemidir. Anneyle kurulan bağ bebeğin dünyayla kurduğu ilk bağ olduğu için daha sonra kuracağı bağları şekillendirmesi açısından önemlidir. Aynı zamanda bebeğin daha sonra gelişecek duygu düzenleme becerilerinin, ortak dikkat ve dil becerilerinin beşiğini oluşturur.

Bağlanma (attachment) İngiliz psikiyatrist John Bowlby tarafından 1960’larda geliştirilen bir kavramdır. Bowlby, ilk bebeklikten itibaren anne ve bebek arasında gelişen özel bir bağın bebeğin anneyi “güvenli bir üs” olarak kullanarak “dünyayı tanıma” işlevini gerçekleştirebilmesini sağladığına işaret etmiştir. Bowlby’ ye göre bağlanma ilişkisinin iki işlevi vardır: tehlikelerden kaçınma ve huzursuzluğu azaltarak dünyayı tanıma işlevini sürdürme.  Her iki işlev de varkalıma hizmet eder ve bu süreçte bebek aynı zamanda duygulanımı düzenleme stratejilerini ve güven duygusunu geliştirir. Bebekler eğer stresli durumlarını ifade eder ve annenin rahatlatması ile bunları çözümleyebilirlerse, altıncı aya geldiklerinde anne tarafından düzenlenen etkin bir stres düzenleyici sisteme sahip olurlar. Bebeğin kendisinin bunu yapabilme becerisi yokken annenin uygun şekilde bebeğin stresini düzenleyebilmesi, beyin gelişimini stresin olumsuz etkilerinden korur.  Bu süreçte sistem, erken dönemdeki yaşantıların etkisi ile aşırı tepki vermeye ya da yetersiz tepki vermeye programlanabilir. Bağlanma ilişkisinin niteliğinin stres sisteminin tamponlanmasında önemli rolü vardır. Tabii ki, bir durumun bebekte ne düzeyde stres yaratacağı bebeğin stres algısı ile de ilgilidir. Hem ne kadar kolay uyarıldığı hem de duygu düzenleme sisteminin etkinliği bebeğin nörofizyolojisi ile yakından ilişkilidir. Bu iki sistem bir arada bebeğin doğuştan getirdiği mizaç özelliklerini oluşturur.

Mizaç olarak yeni durumlarda daha fazla tehlike algılayan ve dolayısı ile daha çok stres yaşamaya yatkınlık gösteren bebekler yeni durumları daha tehditkar olarak algılar ve ebeveynin stresi tamponlama çabasını yetersiz algılama eğiliminde olabilirler.  Tersi durumlar da olabilir, yeni durumlarla karşılaştıklarında olumlu duygulanım yaşayan bebekler annenin koruma çabalarından huzursuzluk duyabilirler. Bebeklerin huy ya da mizaç özelliklerindeki bu farklılıklar onların duygulanım şiddetinin ve tepkiselliğinin farklılığını ortaya çıkarır. Kolay ve şiddetli uyarılan bebekler bunu yüksek dozda ağlayarak ifade ettiklerinde annenin duygusal tepkilerinin ve davranışlarının bu şiddetle uyumlu ya da uyumsuz oluşu bağlanma ilişkisinin niteliğini değiştirecektir. Aşırı uyarılma belirtileri gösteren bebeklerin duygu düzenleme mekanizmalarını devreye sokmaları da daha zor olur. Bazen de bu düzenleyici sistemin çalışmasında sorun olabilir ve bebeğin kendini yatıştırma becerileri gelişmeyebilir.

Bebek huzursuzluk hissettiğinde, rahatlatılma için anneye yönelir. Bu sistemin annedeki karşılığı ise “annelik donanımı” olarak adlandırılan, annenin bebeğin gereksinimlerine duyarlı olmasını sağlayan sistemdir. Bu sistem de annedeki biyolojik olarak düzenlenmiş “yavru koruma” sistemi gibi düşünülebilir. Her iki sistemin birlikte çalışması türün devamını sağlar.  Bebek tehlike algıladığında, anneye yakınlaşma çabası içine girer ve anne tarafından rahatlatılır.  Bu yakınlık çabaları sırasında ortaya çıkan deneyimler ise bebeklerin ve çocukların beklentilerinin şekillenmesini yani “iç modellerin” oluşmasını sağlar. Bu modeller anne ya da bakıcı ile etkileşimlerinin bilişsel/duygusal temsilleridir ki bu temsiller gelecekteki ilişkiler açısından yönlendirici rol oynar. Bağlanma sürecinde bebeğin geliştirdiği stratejinin bebeğin duygulanım düzenleme tarzı üzerinde de önemli rolü vardır. Gereksinimleri tutarlı biçimde karşılanmayan bebekler duygusal ifadeleri ya tamamen azaltırlar veya arttırarak anneden tepki almaya çalışırlar. Bu tarz,  bebeğin mizacı ile olduğu kadar deneyimleri sonucunda hangi stratejinin daha çok işe yaradığına dair edindiği bilgi ile de bağlantılıdır. Böylece bebekler bağlanma kişileri ile belli biçimde ilişkiler kurar. Kişilerarası ilişkiler alanındaki bu başarı bebeğin etkinlik hissi yaşamasını sağlar, yani kendi isteklerine ulaşabileceğini farketmesini sağlar. Ayrıca nesne kalıcılığı ortaya çıkar ki bu da bir nesnenin imajını zihinde saklayabilme becerisidir. Bu dönemde yabancılardan uzak durma ve ayrılığa tepki davranışları özgül bağlanmanın oluştuğunun göstergesidir. Bir yandan da bebeğin hareketliliğinde de artış olmuştur ve dünyayı araştırma becerisi artmıştır. Bebekler stresle nasıl başa çıkacaklarını ilk olarak kendilerine düzenli bakım veren kişiden öğrenirler. Ebeveynin paylaşılan dünyadaki nesnelere sürekli anlamlar vermesi ve bunları çocuğa aktarması ile dünya anlamlandırılmaya başlanır. Bebek bulduğu şeyi anneye getirir, başkalarının yaptıklarını izlerken anneye bakarak anlamlandırır. Çocuk ebeveynle ortak anlam oluşturma sürecinde ebeveynlerinin zihninde ve kalbinde nasıl yer aldığını, kim olduğunu keşfederek büyür. Karşılığında ebeveynler de kendilerini çocuk üzerindeki etkilerine bakarak keşfeder. Ortak deneyimler gurur, canlılık, umut, şükran, mutluluk, empati, güven ve şefkat gibi özellikler içeren yaşantılardır. Çocuk ebeveynlerin onun yanında hissettiği bu duygulanımlar sayesinde kendi özelliklerine onların verdiği tepkileri algılar.  Kendisini ebeveynlerin aynasında görür.

Bağlanma ilişkisi bakışla başlar.  Bebekle anne arasındaki bakışmanın çevreye yönelmesi, yani ortak dikkatin oluşması; bebeğin annenin bakışını takip ederek dünyayı tanıması ve sonra tekrar anneye bakarak gördüğü dünyayı anlamlandırması, gördüklerine hangi duygunun eşlik edeceğini, korkacak bir şey olup olmadığını tartması bağlanmanın ilk adımıdır. Bu ilişkinin başlangıcında annenin bakışının bebeğe odaklanmış olması, baktığında onu görüyor olması gerekir. İşte bu yüzden Eva’nın bebeğine bakarken zihninin uzaklarda olması bu kadar önemlidir. Öykü Kevin’in görülme isteği üzerinde odaklanmıştır.

GÖRMEDEN BAKMAK

Yeni bir eve taşındıklarında ve Eva kendi odasının duvarlarını haritalarla süslediğinde Kevin ona bunu neden yaptığını sorar. Eva “çünkü odam özel olsun istedim” der. Kevin sorar “özel nedir?” Bu soru aynı zamanda kendisini annesi için “özel” olarak algılamamış olmasının ve bu yüzden de “özel” in ne demek olduğunu öğrenemeyişinin göstergesidir. Kevin annesi için özel olmayı odanın duvarındaki haritaları mürekkep püskürterek bozarak başarabilecektir ancak!  Annenin bütün odasını ve haritalarını kendince değiştirir ve  “İşte,” der, “şimdi özel oldu!”

Eva oğlunda bir sorun olduğunu farkettiğinde, hatta oğluyla ilişkisini düzeltmeye çabaladığında bile gerçekte oğlunu algılamamaktadır.  Reddedilmişlik duygusu, başarısızlık korkusu, suçlanma Eva’nın algısını bozmaktadır.  Kevin giderek annesinin kendisiyle ilişki kurma çabalarının dürüstçe olmadığını, onu görmediğini, hissetmediğini fark etmektedir. Annesinin yapmacık çabaları ile dalga geçmeye başlar. Annesinin kendisini yok saydığı duygusu pekişir ve o da bütün dünyayı yok saymaya başlar; bir umursamazlık kılıfına sarınır. Onun için değerli hiç bir şey yok gibidir.  Bir gün ısrarla altını kirletmekten vazgeçmeyen beş yaşındaki Kevin’i kolundan tutup fırlatır Eva…  O gün anne oğul arasında ilk kez özel bir ilişki kurulur, çünkü Kevin olayı babadan ve herkesten gizler. Böylece artık ikisinin özel bir sırrı olur.  Şiddet, aralarındaki özel bağı oluşturur. Sonrasında Kevin, Eva’nın ona karşı gösterdiği öfkeyi “dürüstçe davrandığı tek an” olarak yorumlar. Bu duyguda gerçeklik payı vardır, çünkü Eva, kendisini başarmaya ve çocuğuna tahammül etmeye zorlarken aslında ne kendisine ne de çocuğuna karşı dürüst olamamıştır.   Oğluna bakarken onun “kalpsiz bir psikopat” olduğu düşüncesinden kendini kurtaramaz. Sonunda Kevin onu doğrular ve babasının kendisine hediye ettiği oklarla hem babayı ve kız kardeşi hem de de okulda dokuz kişiyi öldürür. Artık dünyada sadece ikisi kalmışlardır. Kevin, annesine “Her gösterinin seyirciye ihtiyacı vardır!” diyerek onu niye öldürmediğini açıklar. 

Öykünün bir başka boyutu bundan sonra başlar. Eva kaybetmekten çok korktuğu geçmiş kişiliğinden ister istemez kopmak zorunda kalır. Artık daha farklı bir insandır. Uzaklara gitme hayalleri kalmamıştır. Bütün yaşamını oğlunu hapishanede düzenli ziyaret edebileceği biçimde düzenlemiştir. Bu hapishane ziyaretlerinden birinde yanında oturan bir anne ona içini kemiren “Neden yaptı?” sorusunu sorduğunda “Sanırım benim suçum,” der. Diğer annenin yanıtı çarpıcıdır. “Yaa, evet hep annelerin suçu zaten, sen de anneni suçla, o da kendi annesini, böylece sürüp gitsin!”

SUÇLU KİM?

Gerçekten annelerin suçu mudur? Sorunlu bir bağlanma sürecinde annenin rolü düşünüldüğünde sanki ortada anneye ait bir suç olduğu gibi yanlış bir düşünce doğmaktadır. Oysa bu doğru bir bakış açısı değildir. Bağlanma iki taraflı bir süreçtir. Annenin kendi bağlanma özellikleri, geçmiş travmaları, depresyon gibi psikiyatrik bozuklukları bağlanmayı bozabilir. Bebekteki zor mizaç özellikleri, gelişim bozuklukları da bağlanmayı bozabilir. Ancak bu ikilinin içinde yaşadığı bağlamın özellikleri de çok önemlidir. Anne bebek ikilisini sarmalayan ortamın güvenli olmayışı bağlanmayı bozan en önemli etkendir. Yoksulluk, şiddet, tehdit, çok sayıda çocuk ve artmış iş yükü ile baş etmeye çalışmak bağlanmanın büyüsünü yok etmeye yeterlidir. Kevin’in öyküsü bu riskleri taşımayan, görünürde ideal bir orta sınıf ailede bile ilişkilerin yanılsama, suçlama, suçlanma döngüleri içinde boğulup gidebileceğini düşündürdüğü için ilginçtir.  Öykü reddedilmeye aşırı duyarlı anne oğul ikilisi ve onları reddetmekle tehdit eden baba üzerine kurulmuştur. Anne ve oğul benlik saygısının zedelenmesi korkusu ile birbirlerinden kaçınırken baba kendi idealize ettiği aile yaşamına ters düşen tüm gerçeklikleri reddetme yoluna gider.  Eva daha doğmadan Kevin’i tehdit olarak algılamış, Kevin doğduğu anda memeyi reddederek onu doğrulamıştır. Kocasının kendisini suçlaması ve yalnız bırakması ise Eva’nın oğlunu düşman gibi görme duygusunu arttırmıştır. Bu düşüncesi Kevin tarafından  doğrulanacaktır …   Kevin, Eva’nın hiç bir zaman kendisini kabul etmediği duygusu ile yaşar ve bu reddedilişin öcünü almak için elinden geleni yapar.  Bir noktada Eva ona bir kardeş geleceğini söylediğinde Kevin “Peki ya onu sevmezsem?” diye sorar. Eva: “Alışırsın,” der. Kevin yanıt verir: “Evet alışırım, sen de bana alıştın zamanla…”  Kevin kardeşine alışamaz çünkü annesinin kardeşine bakışı ile kendisine bakışı arasındaki farkı kısa sürede algılar ve kardeşinin gözüne zarar vererek annenin bakışını cezalandırır. Sevilmediğini hisseden Kevin için tüm sevgiler düşmandır.

BAĞLANMA BİÇİMLERİ

Neyse ki bu tür öykülere gerçek yaşamda pek rastlanmaz.  Bağlanma kavramı ile ilgili yapılan çalışmalar bebeklerin tümünün strese aynı biçimde tepki vermediğini göstermiştir. Bebeklerin yaklaşık %70 kadarının stres yaşadıkları bir durumla karşılaştıklarında anneye yöneldikleri, belli bir süre onun yakınlığını hissetme sonunda rahatladıkları ve çevreyi araştırma işlerine geri döndükleri görülmüş ve bu grup “güvenli bağlanan grup” olarak tanımlanmıştır. Bir kısım bebeğin ise streslerini ifade ettikten sonra annenin yakınlığı ile de rahatlamayı başaramadıkları gözlemlenmiş bu grup “dirençli ya da anksiyeteli bağlanan grup” olarak nitelenmiştir. Üçüncü bir grup ise stres tepkisi göstermeyen ve stresli durumlarda bağlanma kişisine yönelmek yerine dikkatini başka nesnelere yönelten, bağlanma kişisine yaklaşma ve rahatlatılma arayışı içine girmeyen gruptur. Bu grup “kaçınıcı tip bağlanma” gösteren gruptur. Uzun dönemli çalışmalar “kaçınıcı tip bağlanma” ile yaşam boyu DEHB ve diğer dışavuran tipte davranış bozukluklarını ilişkisi olduğunu göstermiştir. Buna karşılık dirençli bağlanma tipinin çocukluk ve erişkinlikte anksiyete (bunaltı) bozuklukları ile daha sıklıkla ilişkili olduğu bulunmuştur. Daha sonra tanımlanan Dezorganize tip bağlanmanın özelliği diğer tiplerdeki tutarlılığın bu tipte bulunmayışıdır. Bebekte amaçsızca hareketler,  ne yapacağını bilememe, donma, yavaşlama, kararsız kalma görülür. Tehdit algısı ile başaçıkmada bir strateji geliştirememişlik durumunun nedeni ise genellikle annenin korkan ya da korkutan tutumlarıdır.  Bu tür bağlanmaya şiddet, ihmal, istismar gibi ağır problemlerin yaşandığı ailelerde ve yuva çocuklarında daha sıklıkla rastlanmaktadır. Annenin kendisinin çocuklukta yaşadığı şiddet veya kötü muamelenin de annede düşmanca  davranışları arttırarak dezorganize bağlanmaya neden olduğu da araştırmalarda gösterilmiştir.

Bağlanma biçimlerinin sabit ve yaşam boyu değişmeyen örüntüler olduğunu söylemek için yeterli veri yoktur.  Çocuğun ve annenin yaşamındaki değişimler ilişki tarzlarını ve bağlanmanın güvenliğini değiştirebilir. Her iki taraf da çok kırılgan ve kaygılı olduğunda güvensiz olan bağlanma türleri anne ve bebeğin birbirini tanıması ile güvenli bir biçim alabilir.  Çocukların Kevin gibi değişime dirençli oluşları pek nadir görülen bir durumdur. Zaten onun öyküsünde bile annenin kararlı bir şekilde ilişkisini sürdürmesiyle Kevin’in değiştiğini görürüz. Eva her görüşme gününde oğlunun kaldığı ıslahevine gider ve Kevin’in iğnelemeleri ya da suskunluklarına rağmen orada oturur. İki yılın sonunda oğluna ilk kez “Neden yaptın?” diye sorduğunda Kevin ” O zamanlar bildiğimi sanıyordum der, ama artık o kadar da emin değilim!”