Bu yazının orijinali Psikeart Dergisi’nin “Kadınlık” başlıklı 44. sayısında, 2016 Mart-Nisan tarihinde yayımlanmıştır.

Emine Zinnur Kılıç

Bu yazıda konumuz “kadınlık”.  Neden bilmiyorum, Psikeart Dergisi’nin editörü geçen sayının konusunu “erkeklik” olarak bildirdiği gibi bu sayının konusunu da “kadınlık” olarak bildirdi. Bu durumda kadından değil bir cinsel rol stereotipi olarak “kadınlık” durumundan söz etmek gerekiyor. Bu önemli çünkü cinsel rolü kalıpyargıları toplum tarafından belirlenen ve biyolojik olarak kadın olma özellikleri taşıyan bireylerden beklediği rollere işaret ediyor. Kadınlık da erkeklik gibi;  toplum ve bireyin karşılıklı kurguladığı bir rol, giyilen bir giysi, bir imajdan ibaret..

Kültürel kalıpyargılar kadınları duygusal, boyun eğici, yumuşak, kolay ağlayan, ince düşünceli, görünümüyle ilgili, güvenlik ihtiyacı olan, konuşkan, bağımlı kişiler olarak tanımlar. Çevresindekilerin gereksinimlerine duyarlı olmak ve bakım vermek kadınlık rolünün parçalarıdır. Toplumlar değişip kadın ve erkeğin ev dışı işleri eşit paylaşımı bile kadınlık rolünden beklentileri değiştirmemiştir. Bu durumun nedeni inanç sistemlerinin değişiminin gerçekliği oldukça geriden izlemesinden kaynaklanıyor olabilir. Bir diğer neden de bu rollerin değişimine karşı hem erkeklerden hem de kadınlardan gelen dirençtir.

Erkeklerin iktidarda olmaktan vaz geçemedikleri için kendilerine biçilen hırslı, mantıklı, saldırgan, yarışmacı gibi özellikleri her koşulda “mış gibi” yapma zorunluluğunu sürdürmeleri gibi kadınların da kendilerine atfedilen “pasif, bağımlı, duygusal” gibi sıfatları içeren kadınlık rolünü oynamaktan vaz geçmemeleri ilginçtir. Kadınlıktan vaz geçemeyen kadınların bu role yapışmasının ardında yatan ne olabilir? Öyle ya çevresel faktörler değişirken kişiler geçmişten kalan rolleri oynamaya ya da inançları sürdürmeye devam ediyorlarsa bunun iki nedeni vardır; ya korkuyorlardır ya da vazgeçemedikleri çıkarları olmalıdır.   

Kadınların pasif ve bağımlı olma rolünden vaz geçememelerinin nedeni kendi korkuları ve bu korkuyu besleyen kültür olabilir mi? Dışardaki dünyanın belirsizliği ve korkunçluğu daha bilinen ve güvenli dört duvarın arasındaki yaşamı kadınlar için daha cazip kılıyor olabilir mi? Güvenlik arayışı tüm canlıların en derine kazınmış biyolojik özelliklerinden birisidir. Bilinmezin korkusunun insanları bilinmeze karşın kötü de olsa bildikleri bir durumu tercih etmeye yönelttiğini söylemek yanlış olmaz. Bu yüzden kadınlar baskı altında tutuldukları hatta şiddete maruz kaldıkları durumlarda bile evin güvenliğini dış dünyanın belirsizliğine tercih ederler. İçinde yaşadığımız kültür ise dışarının özellikle kadınlar için ne kadar tehlikeli olduğuna ilişkin öyküleri yeniden yaratmaya devam ederek bu korkuyu besler. Dışarının belirsizliği ve tehlikeliliği kadınlar için olduğu kadar erkekler için de geçerli bir durum olmasına rağmen kadının korkusu beslenir, erkeğinki ayıplanır. Erkekler hayata katılmaya zorlanırken kadınların pasifliği desteklenir. Kadınların pasif, bağımlı, güvensiz kalmasını besleyen korkuların nasıl yaratıldığını, nasıl beslendiğini sürdürüldüğünü “Kırmızı Başlıklı Kız” hikayesinden başlayarak hepimiz biliyoruz. Kız çocukları doğdukları andan itibaren neleri yapmamaları gerektiği sürekli söylenerek büyürler.  Sadece dinler değil, bilim de kadınları korkutma ve baskılama aracı olarak kullanılır.

Bu noktada çuvaldızı kendimize batırıp psikiyatri biliminin nasıl kadınları baskılama aracı olarak kullanıldığına ilişkin örneklere bakmamız gerekir. Çünkü özellikle psikiyatrinin bir bilim dalı olarak gelişmeye başladığı 1900 lerin başından itibaren aynı zamanda kadınları baskılama aracı olarak da kullanıldığının pek çok örnekleri vardır. Jeffrey Masson, “Terapiye Karşı” (Against Therapy) adlı kitabında bu örneklerden bazılarını şöyle anlatmaktadır  :

1900’lerin başında Avrupa’daki psikiyatri hastahanelerinin tümünde yatan sayısız genç kadının ortak bir tanısı vardır: Moral Insanity (Ahlaki Akıl Hastalığı). Bu tanı nadiren örneğin Hermann Hesse gibi erkeklere de “doğal olmayan ve sağlıksız düşünceler, duygular ve fantaziler” nedeniyle konsa da daha sıklıkla akıl hastahanesinde ileri yaşa kadar kalan genç kadınlara konulan bir tanıdır. Bu kadınların ise ortak özelliği “kadınlık” rolünü, “fazla özgür davranarak, çok fazla düşünerek, kendi fikirleri ve öğrenme istekleri olarak; kendilerini aşırı değerli bularak” reddetmeleridir. Masson, Freud’un bu kadınlardan birisi için 1891 de yazdığı bir notu da örnekler arasında sıralıyor. Şöyle yazmış Freud:  “Hastanın doğuştan gelen karakter çarpıklığı; günlük işlerini unutması ve daha düşünsel düzeyde ilgi alanları olup entellektüel uyaran arayışını yüceltmesi ile kendini gösteriyor”.

Psikiyatrinin kadınları baskılama aracı olması tabii ki bundan çok daha eskilere Eski Yunan’daki hekimlik uygulamalarına dayanır. En eski psikiyatrik tanılardan birisi olan “histeri” o zamanlardan beri kadınları etiketlemek için kullanılan ve vücutta gezinen tatmin olmamış uterusun hastalık yaptığı şeklinde bir inanışa dayanan bir tanıdır. Şaşırtıcı bir biçimde bu tanı günümüze kadar gelmiş, hatta Türkçe’ye “isterik” diye çevrilip kadınların duygusal tepkilerinin altında yatan durumun seks isteği olduğunu ima eder halde konunun profesyonelleri tarafından da neredeyse günümüze kadar kullanılmıştır.  Daha sonra Histrionik Kişilik Bozukluğu olarak tanımlanan histeri neredeyse kadınlık rolünün abartılı bir karikatürü gibidir. Bu tanının en önemli özelliği değişken ve yüzeyel ama abartılı bir şekilde ifade edilen duygusallık, aşırı derecede dikkat çekme çabası, bağımlılık, çaresizlik ve cinsel işlev sorunlarıdır (Gabbard, 1990).  Tarih boyunca histerik kişilik neredeyse tamamen kadınlıkla ilişkilendirilmiştir. Bu durumun toplumsal cinsel rol kalıpyargılarından kaynaklandığı da ileri sürülür. İçinde yaşadığımız toplum bir yandan kadınların pasif, çaresiz, bağımlı, duygusal kişilikler geliştirmesini desteklerken bir yandan da bu özellikleri aşağılayan bir ikiyüzlülük sergiler. Kadın duygusal davrandığında histerik olur, planlı ve soğukkanlı ise aşırı kontrolcü olmakla suçlanır.  Otistik çocukların annelerini genelde eğitimli ve duygu ifadesi az olduğu için “buzdolabı anne” diye etiketleyen de; çocuklarını iyi yetiştirmek için aşırı çaba gösteren anneleri “helikopter ebeveyn” olmakla suçlayan da aynı söylemdir aslında. Kadınlar aynı anda hem kadınsı davranmakla hem de kadınsı davranmamakla suçlanabilir.  Kısacası geldiğimiz noktada kadınlık şaşkınlıktır. Bu şaşkınlık halinin ortaya çıkmasında psikiyatri ve psikoloji bilimlerinin de önemli rolü vardır.

  En azından psikiyatri açısından bütün bunlar geçmişte kaldı diyebilir miyiz?. Artık “ahlaki akıl hastalığı” diye bir tanı yok. Evet psikiyatri daha bilimsel çalışıyor. Artık insan beynini görüntüleyebiliyoruz. Ancak yine de eski alışkanlıklarımızdan tam kurtulabilmiş değiliz. “Kadın ve erkek beyni farklıdır” derken bunu değişmez bir özellikmiş gibi söylediğimizde insan beyninin içinde yaşadığı toplumsal etkilere göre değişim ve gelişim gösterdiği bilgisini bir yana bırakıp; gördüğümüz farkları bilindik kalıpyargıları desteklemek için bir delil olarak kullanabiliyoruz. “Annelik kadınlar için kutsal bir görevdir” söyleminden “anneler çalışırsa çocuklarında borderline kişilik bozukluğu artar” türü söylemlere kaymak hiç de zor olmuyor. Böylece psikiyatri hala kadınları “kadınlık” rolü içinde tutmaya ve korkularını desteklemeye yönelik bir araca dönüşebiliyor.  Bu yüzden de kendi meslektaşlarıma önerim koydukları her tanı ve planladıkları her terapide kendilerine şu soruyu sormalarıdır: “Karşımdaki bir kadın değil de bir erkek olsaydı, aynı tanıyı koyar mıydım?  Aynı tedaviyi önerir miydim?”

Bu yöntemi her alanda kullanmak mümkündür.  Şimdi kendi kendinize sorun bakalım okuduğunuz yazıyı bir kadın değil de bir erkeğin yazmış olduğunu düşünseydiniz, farklı yorumlar mıydınız?

Referanslar:

  1. Masson J (1990) Against Therapy. Fontana Paperbacks; Londra.
  2. Gabbard GO (1990) Psychodynamic Psychiatry in Clinical Practice. American Psychiatric Press; Washington DC.