Bu yazının orijinali Psikeart Dergisi’nin “Erkeklik” başlıklı 50. sayısında, 2017 Mart-Nisan tarihinde yayımlanmıştır.

Emine Zinnur Kılıç

Bu yazıya okuduğum yarı biyografik bir romandan bir alıntı ile başlamak istiyorum. Olay 1950’  lerde,  Amerikada bir üniversite kampüsünde geçiyor. Genç kadın kahramanımız ilk kez bir erkek arkadaşla dansa gitmeye davet edilmiştir. Daha tecrübeli kadın arkadaşlarıyla arasında şöyle bir konuşma geçer: “Biliyorsun erkeklerle konuşurken onların gurunu okşayacak şekilde konuşmak gerekir” der arkadaşı. “Onun bildiği bir konu seçmelisin; ona yanıtını bildiğinden emin olduğun sorular sormalısın; onu tavlamak istiyorsan senden daha akıllı olduğunu düşünmesini sağlamalısın”.   Kahramanımız “ Yani yalan söylememi mi istiyorsunuz?” diye sorar.  “Erkeklerin benden hoşlanmasını sağlamak için aptalmışım gibi mi davranmalıyım?”.  Arkadaşı “kabul etmelisin ki aklınla onları ürkütüp kaçırıyorsun “ diye cevap verir. “Yanına yaklaşılabilir bir insan değilsin, Jerry’nin egosunu biraz yükseltmeye çalışsan ne olur?” (Elizabeth J. Church: The Atomic Weight of Love)

Evet, işte “erkek egosu” diye bir şey vardır ve yüksek tutulması gerekir!  Kolay kırılan bir kabuk gibi; çoğu zaman içinde zaaflarıyla saklanan, kimseye gösterilemeyen,  yumuşakça misali bir kendiliğe ev sahipliği yapan bir ego! Elbette bu kabuğun inşaası insanlık tarihinden daha eskidir ve elbette bu kabuğun ilk sorumlusu erkeğin sağda solda dolaşıp sperm saçmak yerine kendi doğurduğu  yavrularını korumasının  türün devamı açısından daha karlı olacağını fark eden dişilerdir. Muhtemelen bu nedenle dişiler evrimsel süreçteki seçimleri ile de yavrularını büyütme biçimleri ile de erkeklik egosu denilen hapishanenin inşaasına katkıda bulunmuşlardır. Yirminci yüzyıla gelinceye kadar insan toplumlarında erkek olmak, ailenin hakimi ve koruyucusu olmak anlamına gelmiştir. Bu da savaşmak yerine örneğin entellektüel faaliyetleri tercih eden erkeklere başlangıçta biraz şüpheyle bakılmasına neden olmuştur. Ancak yirmibirinci yüzyıldaki endüstri devrimi sonrasında insanın fiziksel güce gereksiniminin azalması;  kadınların erkeklerin korumasına gereksiniminin (en azından yasaların iyi işlediği toplumlarda) kalmamış olması ve  kadınların çalışma yaşamına katılması ile erkekler için sosyal dominans alanındaki rekabetin yönü değiştirmiştir. Ancak kültürel yapı içine yerleşmiş cinsel rol stereotiplerinin değişmesi o kadar da hızlı olmamaktadır. Cinsel rollerle ilgili toplumdaki kalıp yargılar doğduklarından itibaren çocuklara empoze edilmeye devam edilmekte ve bu da tarihsel erkeklik kavramının giderek yirmi yaş dişi gibi işe yaramayan evrimsel bir kalıntıya dönmesine neden olmaktadır.

Erkekliğin inşasının nasıl olduğunu aşağı yukarı hepimiz biliyoruz. Çocukluktan başlayan “erkekler ağlamaz”, “erkek adam korkmaz”, “kız gibi gülme” uyarıları ile büyüyen erkek çocukların ergenliğe geldiklerinde yeteri kadar erkek görünmeme korkuları ile kendilerini içine hapsettikleri hapishanelerinde ömür geçirdiklerini düşününce, içinde yaşadığımız insan kültürünün kadınlara olduğu kadar erkeklere de haksızlık ettiğini anlayabiliyoruz. 

Tüm kültürlerde yaygın olan cinsel rol kalıp yargılarına göre erkekten beklenen özelliklerin başında duygusal olmamak gelir. Buna ek olarak mantıklı olmak, bağımsız olmak, yarışmacı olmak, kendine güvenli olmak, lider olmak, hırslı olmak, saldırgan olmak, nesnel olmak, realist olmak, matematik ve doğabilimleri ile ilgili olmak toplumda erkeklere atfedilen özelliklerdir.  Buna karşılık kızlardan yumuşak olmaları beklenir. Kızlar kolay ağlar, ince düşüncelidir, duygusaldır, başkalarının duygularına önem verir, sanat ve edebiyatla ilgilidir, güvenlik gereksinimi içindedir, bağımlıdır diye kabul edilir. Kişilik gelişimi sürecinde bu beklentiler çocuklara yansıtılır ve farklı davrandıklarında özellikle erkekler “kız gibi” davranmakla suçlanır. Böylece rol esnekliği azalır. İlkel toplumlarda erişkinliğe geçiş ritüelleri ile erkeklerin cesaretlerini ve dayanıklılıklarını ispatlaması beklenirdi. Örneğin erkeğin avlanması ya da ormanda bir gece geçirmesi, kısaca bir kahramanlık yapması böylece erkek olduğunu ispatlaması gerekiyordu.  Günümüzün toplumunda artık bu özelliklere gerek kalmadığı halde erkeklerin aynı özelliklere sahip olması beklentisi halen sürüp gitmektedir.  Erkekler saldırgan olmaya, avcı olmaya, korkusuz olmaya zorlanır. Oysa başlangıçta erkek ve kadınlar arasında duygular açısından bir fark yoktur.  Erkeklerden ve kadınlardan beklenen davranışlarla ilgili cinsel rol stereotipleri ise  her iki cinste de var olabilen özelliklerdir.  Ancak kadınlar için erkekliğe atfedilen özellikleri taşımak yüceltilirken erkekler için kadınlara özgü özellikleri taşıyanlar aşağılanmaktadır.  Erkeklerin ifade etmesine izin verilen duygular maalesef yalnızca öfke, gurur ve kıskançlıktır.

Bu yüzden erkekler günümüzde bile çoğu zaman ego ideallerini belirlerken bu artık eskide kalmış kültürel kalıplardan kaçamazlar.  Örneğin çocuk psikiyatrisinde sıklıkla kullanılan insan resmi çizme testinde erkek çocukların en sık çizdikleri karakterin Kurtlar Vadisi’ndeki Polat Alemdar olması tesadüf değildir. Farklı sosyoekonomik düzeylerden gelen erkek çocuklar neden hep birlikte ego ideali olarak Polat Alemdar’ı seçerler? Onun gibi olmayı hayal ederler; çünkü güçlü bir erkeğin formülünün bu kişilik kalıbından geçtiğine inanırlar.  Dizideki Polat Alemdar, duygusuz, soğuk, acımasız, korkusuz, az konuşan şiddet kullanarak bütün sorunları çözen bir karakterdir ve güçlüdür, yalnızdır ve yıkılmazdır.  Yeterince erkek olamayacağı korkuları ile büyütülen erkek çocuklar  rol modeli olarak bu karakteri taklit etmeye çalışırlar.  Çünkü güçlü olmak gerçekte nasıl birşeydir konusunda pek de bir fikirleri yoktur. Kendi babalarının, ağabeylerinin benzer korkular yaşadığından habersizdirler. Gerçekte ise Polat Alemdar karakterindeki kişiliklere uygar toplumlarda artık yer yoktur.  Hatta psikiyatrik açıdan Antisosyal olarak tanımlanan gruptadırlar. Ama “erkek gibi davran” diye azarlanarak yetişen pek çok erkek çocuk için güçlü erkek rolü olsa olsa Polat Alemdar gibi olmaktan geçmektedir. Sonunda kendilerini gerçekte olmadıkları bir kişiliği taklit ederken bulurlar. Bundan sonra da ömür boyu foyalarının meydana çıkacağı korkusu ile yaşarlar. 

Bu ego hapishanesinin farkına varan ve yüksek sesle reddedebilen, isyan eden pek az erkek vardır. Bu isyanını dile getirenlerin en ünlüsü Kafka’dır. Babasına yazdığı mektubunda şöyle der:

“ Geçenlerde bana senden neden korktuğumu sordun. Genelde olduğu gibi ilk anda senin soruna verecek bir cevap düşünemedim; bunun bir nedeni senden korkuyor olmamdı diğer bir neden ise bu korkuyu açıklamak için girmem gereken detayları konuşurken aklımda tutamayacağımı düşünmem… Ve şimdi sana yazarak bir yanıt vermeye çalışacağım. Yine de eksik olacak çünkü yazarken bile bu korku ve sonuçları beni seninle ilişkide kısıtlayacak; belleğimi ve mantık yürütme becerimi bozacak düzeyde olacak.

Ben çekingen ve korkak bir çocuktum. Buna ek olarak eminim ki bütün çocuklar gibi inatçıydım. Annemin beni şımartmış olduğundan da eminim; fakat yine de çok zor idare edilir bir çocuk olduğuma inanmıyorum. Yumuşak bir sözün, elimin sessizce tutulmasının, arkadaşça bir bakışın beni istenen her şeyi yapmaya ikna edeceğini sanıyorum. Şimdi sen ise, en derinde nazik ve yumuşak kalpli bir insan olsan bile (bundan sonra anlatacaklarım bunun tersine olacak ama çocuk üzerinde bıraktığın izlenimden söz ediyorum), her çocuk yüzeyde görünenin altında yatan iyi kalpliliği aramaya devam edecek kadar korkusuz ve dayanıklı değildir. Sen ise bir çocuğa yalnızca kendi yaradılışına uygun bir şekilde davranabilirsin, yüksek tondan, gürültücü, ani öfke patlamaları göstererek… ve bu durumda bu davranışların sana çok da doğru geliyordu çünkü beni güçlü ve cesur bir erkek olarak yetiştirmek istedin. “

Kafka gece yarısı ağlayarak su istediği için babasının nasıl kendisini soğuk balkona kilitlediğine ilişkin anısını da anlattıktan sonra şöyle diyor:

“ O dönemden sonra çok söz dinleyen bir çocuk oldum, fakat bu bana içten zarar verdi. O olaydan yıllar sonra bile iri yarı bir adamın;  babamın, en büyük otoritenin beni bir gece yarısı hiç neden yokken yataktan çıkarıp dışarı atacağı; yani onun için bir hiç olduğum düşüncesi ile yaşadım. 

Babasıyla ilişkisi ve onu hayal kırıklığına uğrattığı bilgisi Kafka’ya o derece ağır gelir ki kendisini böcek gibi hisseder. Bir sabah uyanıp kendini hamamböceğine dönüşmüş bulan Gregor Samsa işte bu yeterince erkek olamayan böcektir. Neden olduğunu bilmediği bir biçimde otorite tarafından yargılanan ve sonunda idama mahkum olan Dava romanının kahramanı Bay K  da aynı kişidir. Suç bellidir aslında: Erkek iktidarının bir parçası olmayı hatta “mış gibi” davranmayı bile kabul etmemek ve bu yüzden de  baba şeklinde cisimleşmiş erkeklik tarafından cezalandırılmak.

Herkes Kafka kadar cesur olamaz değil mi?  Aslında  kitaplarındaki karakterlerin aksine Kafka kişilik olarak, komik, oyuncu ve romantik bir adamdır.  Hatta bu çerçeveden bakılacak olursa Kafka’nın kitaplarını yazma amacı erkeklerin otorite ile ilişkide içine düştüğü çaresizlikle inceden bir dalga geçmedir. O yüzden çoğu erkek çocuk, iktidar tarafından ezilmemek, yargılanmamak, yolunu kaybetmemek için “mış gibi” yapmayı çok erken yaşta öğrenirken o yazarak karşı çıkmış ve babasının istediği gibi değil kendi istediği gibi yaşamıştır.

Doğrudur, çoğu erkek Kafka gibi karşı çıkmak yerine  “mış gibi” davranmayı seçer. Toplumun bir erkekten beklediği özelliklere sahipmiş gibi davranırlar.   Bunu da nasıl yaparlar? Polat Alemdar’ı rol modeli olarak seçerek yaparlar; foyaları meydana çıkmasın diye içlerine kapanarak yaparlar; ucuz kahramanlıklarla kendilerini ispatlamaya çalışarak yaparlar.  Sonra da bu rollerini gerçek zanneden erkek çocuklarına bu özellikleri kazandırmak için sert baba rolü yaparlar.

Erkek gibi davran denilince kimse de çıkıp demez ki “hayır ben kendim gibi davranmak istiyorum.” Çünkü bir yandan otorite karşısında ezilmekten korkar; diğer yandan da erkekler grubuna ait olmanın kazandırdığı iktidarın nimetlerinden vaz geçmek istemezler.  Gerçekten hak etmeden saygı görmek, güvenilmek, yönetici olmak işlerine gelir biraz… Bu sıfatlara sahip olmanın avantajlarını kullanmak isterler ama bir yandan içten içe hiç de bu sıfatları taşıyan bir insan olmadıklarını hissederek korkar ve gerçek ortaya çıkmasın diye kabuk kalınlaştırma çabası içine girerler. 

Yazının başında verdiğim örnekte olduğu gibi kadınlara da çocukluklarından itibaren bu durumu kabullenmek ve inanmış gibi yapmak öğretilir. En cevval genç kızlar bile sevgililerini “adam gibi adam” gibi tanımlar; hiç de sahip çıkılmaya ihtiyaçları olmadığı halde “bana sahip çıkıyor” diye överler. Çünkü bilirler ki egosu okşanmayan erkek huzursuz olur ve kendilerinden uzaklaşır. Böylece karşılıklı bir oyun devam eder ama kim kimi kandırıyor belli değildir.

Sonuçta erkeklere demek istiyorum ki “Ey erkekler, yıkın erkeklik hapishanenizin duvarlarını. Kendinizi erkek gibi göstermek için her zaman sessiz, kaba, hoyrat, duygusuz, düşüncesiz, avcı, güçlü, güvenli, mantıklı, bağımsız, saldırgan olmak zorunda değilsiniz!  Hiçbir insan yavrusu böyle olamaz. Böyle görünen erkeklerin peşinden gitmeyin, onları örnek almayın çünkü ya sizi kandırıyorlar ya da kişilik bozuklukları var!  Normalde kadınlar da erkekler de kırılgan, güvensiz, duygusal, ince düşünceli, bağımlı olma; acı çektiğinde ağlama mutlu olduğunda gülme hakkına sahiptir. Cesur olun ve insan olma haklarınıza sahip çıkın!”