Bu yazının orijinali Psikeart Dergisi’nin “Mutluluk” başlıklı 41. sayısında, 2015 Eylül-Ekim tarihinde yayımlanmıştır.

Emine Zinnur Kılıç

Mutluluk günümüzün en iyi satan kavramlarından birisi şüphesiz…  Hatta içinde yaşadığımız kapitalist toplum düzeninin başarı kriterlerinden biri de diyebiliriz. Mutlu olamıyorsanız bir şeyleri yanlış ya da eksik yapıyor olmalısınız. Bu durumda da mutluluk reçetelerine ihtiyacınız var. Mutlu olmak için çaba göstermeniz gerekiyor, bu konuda kitaplar okumanız gerekiyor. Reklamlara bakın, mutlu insanlar mutlu aileler neler yapıyor, neler kullanıyorsa siz de onlardan alın. Evinizi temizlerken mutlu değil misiniz? Öyle ise reklamdaki kadının yaptığı gibi evinizi mutlu mutlu temizlemenizi sağlayacak deterjanı kullanın! Hazır giyim, hazır yemek gibi hazır mutluluk arayışları içindeyiz. Öyle ya kimse hayatta başarısız olmak istemez!

Yaşamın amacının mutluluk olduğunu düşünmek insanlar için çıkmaz bir yoldur. Neden çıkmaz: çünkü mutlu olmaya çalışmak başlı başına bir mutsuzluk kaynağı haline gelir de ondan! Halbuki çoğu zaman insan ne mutlu ne de mutsuzdur. Normaldir yani! Fakat eğer mutlu olunmayan her an mutlu olmadığınızı düşünerek mutsuz olursanız mutlu olunan anlar dışında kalan bütün o normal zamanları mutsuzlukla doldurabilirsiniz.

Peki, her “normal” anı mutluluğa çevirmek mümkün müdür? Bunu becerebilmek için,en azından kendimiz için, mutluluğun ne anlama geldiğini bilmek gerekir. Buradaki sorun “mutluluk” denilen kavramın her insan için çok farklı anlamlar ifade etmesi ve tarih boyunca da çok farklı anlamlar ifade edecek biçimde kullanılmasıdır. Mesela vakti zamanında Aristo’nun (İÖ 384-322) en önemli fikirlerinden biri “hayatın amacının mutluluk olması gerektiği” olmuştur. Ancak Aristo’nun mutluluktan ne kast ettiği ile de felsefeciler dışında kimse pek ilgilenmemiştir. Oysa Aristo “insanın tüm arayışlarının asıl amacının mutluluğa ulaşmak” olduğu fikrini ileri sürerken aslında günümüzde kullanılan “mutluluk” teriminden çok farklı bir terim kullanmıştır. “Eudaimonia” yani “gerçek ruh” ya da “kutsal ruh” anlamına gelen bu terim diğer dünya dillerine “mutluluk” olarak çevrilmiştir. Aristo’dan esinlenen düşünürler, mutluluğun (tanımı ne olursa olsun) gelip geçici bir şey değil, sürekli bir yaşam biçimi olması gerektiği fikrini dünya felsefesine yerleştirmiştir. Sonra Diderot “yalnızca tek bir tutku vardır, o da mutluluk tutkusudur” derken erdemli bir yaşamı amaçlamaktan söz etmiştir ama eğer mutluluğu “yaşamdan haz almak” olarak yorumlarsanız söylenen sözlerin anlamı tümüyle değişir. Ancak mutluluğu “hayattan haz almak” olarak tanımlayan hedonistlerin söylemini Aristo’nun pek de gerçekçi olmayan mükemmeliyetçi söylemiyle birleştirince “hayatın amacı haz almaktır” gibi bir söylem ortaya çıkar ki bu da günümüzün mutluluk çıkmazını oluşturan en önemli meseledir.

Aristo insanın en önemli özelliğinin mantıksal düşünce olduğunu ve kendi bahsettiği “mutluluğa”  bu özelliğini kullandıkça yaklaştığını, kendisini mükemmelleştirdiğini ileri sürmüştür. Aristo’nun yazılarına rağmen, günümüzde pek çok insanın mutluluk arayışı “erdemli, dengeli ve düşünceli bir yaşama” yönelik değildir. Herhangi bir tür bir arayışın onları tatmin edeceği de garantili değildir, ancak kesin olan tek şey, arananın sürekli bir mutluluk olduğudur. Arayışın amacının ne olduğu, arayışın sürekli olmasının gerekliliğine karşı önem kaybetmiştir. Hele günümüzün tüketim dünyasında, arayışın amacı “mutlu ol yeter” mesajları içerisinde kaybolur. Anlamını bile bilmediğimiz bir duruma ulaşmaya çalışırken kendimizi yıpratırız. Paradoksik bir arayış içinde her şeyi elde etmesi gerektiğini düşünen ve bir şeyleri eksik bırakma korkusu içinde yaşar çağımızın tedirgin insanı!

Dolayısıyla belki de “mutluluk” kelimesi artık zorlu ve sürekli bir arayış ile eş anlamlı hale gelmiştir; belki de alternatif olarak “İnsanı iyi hissettiren durumlar nelerdir?” diye sormamız, bu durumların sürekli olamayacağı, “normal” hayata ek olarak bulunabileceklerinin farkına varmamız iyi olur.

“İnsanı iyi hissettiren durumlar nelerdir?” sorusu ise şaşırtıcı bir sonuç ortaya çıkarıyor: insanoğlu sanıldığı gibi televizyon karşısında yayılmış otururken kendini iyi hissetmiyor. Fazlaca para-pula sahip olmak da – ki herhangi bir şeye “sahip olursam mutlu olacağım” düşüncesi sürekli bir mutluluk hali arayışına işaret eder – sık sık iyi hislere yol açmıyor. Öğreniyoruz ki insanın iyi hissettiği zamanlar, kendi zihnini ve bedenini tam kapasite çalıştırdığı durumlarmış.

“Mutluluk” konusunda pek çok araştırmalar yapmış olan Mihali Csikzenmihayli’nin “Flow: The Psychology of Optimal Experience” kitabında anlattığı bir araştırma buna işaret ediyor: Araştırmacılar tam zamanlı çalışan yüzden fazla kadın ve erkeğe bir hafta süreyle tesadüfi zamanlarda çalan bir elektronik hatırlatıcı taktırıyorlar. Deneklerden de hatırlatıcı çaldığında  “o anda ne yaptıklarını, kendilerini nasıl hissettiklerini” anlattıkları bir ölçek doldurmalarını istiyorlar.  Yanıtlar incelendiğinde insanların kendilerini daha aktif, daha yaratıcı ve yaptıkları işe konsantre oldukları anlarda, daha mutlu, güçlü, doyumlu hissettikleri; boş durdukları zamanlarda ise daha boş, duygusuz ve zayıf hissettikleri görülüyor. Csikzenmihayli’nin ABD ve birçok başka kültürde de mutluluk konusunda yaptığı çalışmaların sonuçları gösteriyor ki insanlar en çok kendilerini belirli hedefe doğru yol aldıklarını hissettikleri zamanlarda iyi hissediyorlar. Bu duruma da Csikzenmihayli “Flow” (Akış) adını veriyor. Kendimizi kaderimizin efendisi gibi hissettiğimiz bu anların sanıldığının aksine pasif, alıcı, gevşek bir durumda olduğumuz zamanlar olmadığını; kişinin bedeninin ve zihninin kendisi için zor ama ulaşılabilir bir hedefe yönelik limitlerini zorlarcasına çalıştığı, kendini tümüyle bu çabaya kaptırmış olduğu, geri kalan her şeyin önemsizleştiği anların mutluluk anları olduğunu söylüyor.  Bu tür deneyimlerin özellikleri ise şöyle sıralanıyor: Bu yaşantılar genellikle gerçekleştirebileceğimiz hedeflerle karşılaştığımızda ortaya çıkar. Yaptığımız işe konsantre olmuş olmamız gerekir. Hedeflerimiz nettir ve sonuçlandığında geri bildirim alırız. Bu sırada kişi kendini bu işe kaptırmış; gündelik hayatın dertleri ve tasalarından kopmuş hisseder. Kendi eylemlerinin kontrol ettiği duygusunu yaşar. Bu yaşantının sonunda kendini daha güçlü hissedecektir ama yaşantı içinde iken kendini unutmuş gibidir. Son olarak da zaman algısı değişmiştir. Saatler dakikalar gibi geçer.

Bu yaklaşım çerçevesinde insanın gündelik yaşamındaki tüm eylemleri bir akışa dönüştürülebilir. Yaptığımız işi de ilişkilerimizi de, hatta yemek yeme eylemini (gurmeler gibi) bile bir akış durumuna dönüştürmek mümkündür. Bunu sağlamanın yolu ise dikkati tümüyle bu eyleme vermekle ve hedeflerimizi netleştirmekle gerçekleşecektir. Bir hedefe yönelmiş olmak kişinin dikkatini kendisinden çok elindeki işe yöneltmesini sağlayacak ve geri kalan her şeyi unutturacaktır. Bu şekilde kendi zihinsel ve fiziksel enerjisi üzerinde kontrol sağlayan birey kendini aşar ve bir bütünlük duygusuna ulaşır.

Sonuçta baktığımızda aradaki 2300 yıllık farka rağmen Cziksenmihayli ile Aristo’nun benzer noktalara geldiğini görüyoruz. İkisi de diyorlar ki “kişiyi mutlu eden şey, kendi zihinsel ve fiziksel kaynaklarını tümüyle bir amaca ulaşmak için bilinçli bir şekilde yönlendirebilmesidir”. Bu süreç pasif değil aktif bir eylem olmalıdır ve insan kendisini bu eyleme öylesine kaptırmış olmalıdır ki sanki kendinden ve tüm dünyadan kopmuş hissetmelidir. Önemli bir fark ise Cziksenmihayli’nin mutluluğu Aristo gibi bir hayat-boyu süreç tanımlamamış olması, iyi hislerin insanın kendini verdiği, kısa süreli deneyimlerden geldiğini savunmasıdır.

Bu tür bir tanımlama günümüzde insanların pek çok şeye sahipken bile kendilerini neden mutsuz hissettiklerini ve hayatın anlamını uzak doğu felsefelerinde aramaya başladıklarını oldukça iyi bir şekilde açıklıyor.  Bu felsefelerin en önemli özelliği bireye kendi zihnini kontrol edebilme, yani kendini gündelik yaşamın sorunlarıyla ya da kendisiyle uğraşmaktan kurtarıp odaklanmayı öğretmektir. Burada söz edilen mücadele insanın kendisine karşı verdiği bir mücadele değildir. Daha çok kendi dikkatini yönetme mücadelesidir. Akış durumunu yaşamış olan her insan bu durumun yarattığı hoşnutluk halinin disiplinli bir konsantrasyon gerektirdiğini söyler. Kendinin farkındalık durumundan kurtuluş kendini kaybetmek anlamına gelmez ama kim olduğumuzu kısa süreyle unutmak özgürleştirici olabilir. Ancak kendimizle dolu olmadığımız zamanlarda kendimizi geliştirebiliriz ve kendimizi aşabiliriz. Bu yüzden insanın sürekli kendisini düşünmesi, mutlu olup olmadığını sorgulaması başlı başına bir mutsuzluk nedeni haline gelebilir. Öyle görünüyor ki dikkatimizi kendimizden uzaklaştırıp hedeflerimize odaklandığımız ve bu kayboluş içinde akıp gittiğimiz zamanlarda mutlu olabiliyoruz. İçinde bulunduğumuz yaşantının gelecekteki beklentilerimizle bütünleşmesi gerekiyor. Zorlayıcı olsa bile bu anlar daha sonra bize daha güçlü bir benlik duygusu ve kendine güven olarak geri dönüyor. 

Bu yüzdendir mutluluk dışardan enjekte edilebilen bir durum değildir. İnsan bir başkasını mutsuz edebilir tabii ki ama mutlu edemez. Herkesin kendi mutluluğunu kendi oluşturması gerekir ve bunun için de çaba ve dikkat gerekir. Oysa günümüzde her şey gibi mutluluk da satın alınabilir ya da dışardan sağlanabilir bir tüketim ürünü gibi algılanıyor. Mutlu olmayan çocukların ana babalarını suçlaması; ya da çocukları mutlu değil diye ana babaların (özellikle de annelerin) kendini suçlaması o kadar yaygın bir durum ki! Çocuk merkezli toplumlara baktığımızda ebeveynlerin çocuklarını mutlu etme sorumluluğunu tümüyle üstlenmiş olduklarını görüyoruz. Çok iyi niyetli olan bu çabanın kendi mutluluğu için ne yapacağını öğrenememiş ergenler ve gençler yetişmesine neden olduğunu görüyorum.  Çocuklara bir yandan anne babalarının bu çabasına karşı mutlu olmaları gerektiği mesajı veriliyor, bir yandan da bu durum gerçekleşmediğinde kendini değil başkalarını sorumlu tutma alışkanlığı gelişiyor.  Mutlu olması beklentisinin çocuğa bir yük haline gelmesinin çocukta yarattığı yetersizlik duygusu ise cabası… Böyle durumlarda yirminci yüzyılda çocuklarımıza değer vermeyi öğrenirken kendimizi yanlış kavramlara kaptırdığımızı düşünüyorum. Çocuklarımızın bizim sevgimize, ilgimize bakımımıza gereksinimi var tamam; ama mutlu olmayı kendisi keşfetmek zorunda çünkü mutluluk oyuncakta değil oyunda gizlidir.