Bu yazının orijinali Psikeart Dergisi’nin “Ergenlik” başlıklı 53. sayısında, 2017 Eylül-Ekim tarihinde yayımlanmıştır.

Emine Zinnur Kılıç

Erik H. Erikson, 1902 de, Almanya’nın Frankfurt kentinde dünyaya geldi. Annesi Karla Abrahamsen, aslen Danimarka’da, Kopenhag’da yaşayan bir Yahudi ailenin kızıydı. Oğlu Erik’e hamile kaldığında üç yıldır yalnız yaşıyordu. Kızlarının evlilik dışı bir ilişkiden hamile olduğunun duyulmasını istemeyen ailesi, Karla’yı Frankfurt’a gönderdi. Karla Erik’i Frankfurt’ta tek başına doğurdu ve üç yaşına kadar büyüttü. Erik üç yaşına geldiğinde de pediatrist Dr. Theodor Homburger ile evlendi. Dr. Homburger, Erik’e soyadını verdi. Böylece Erik, ergenliğe kadar Dr. Homburger’i gerçek babası bilerek büyüdü. Aile daha sonra Almanya’nın Baden şehrine taşındı. Muhafazakar bir Yahudi olan Dr. Homburger, Erik’i kendi oğlu olarak büyütmüştü ve onun da kendisi gibi iyi bir Yahudi ve iyi bir doktor olacağını umuyordu. Erik ise hiçbir zaman okulda çok başarılı bir çocuk olmadı. Sanatla ve özellikle resim yapmakla daha çok ilgiliydi. Biyolojik babasının bir başkası olduğunu ergenliğin başlarında öğrendi ve bu bilgi ona acı verdi ama bir yandan da kendini özgürce yeniden yaratmasını sağladı. Erik, uzun süre babasının Danimarka kraliyet ailesinden bir sanatçı olduğu hayalini besledi. Bu hayal onu uzun süre korudu ve kendi deyimiyle “piç” gibi negatif bir kimlik edinmekten kurtardı. Ancak liseyi bitirdikten sonra okumak istemedi ve ressam olma hayali ile Avrupa’yı dolaşmaya çıktı. Bu yolculuğun bir noktasında sanatçı olma hayali çökmüş olarak evine döndü ve uzun süre kendisinin “nöroz ve ergen psikozunun sınırında, borderline bir durum” olarak tanımladığı, ağır bir depresif durumda yaşamını geçirmeye başladı. Erikson’un ergenlik döneminin bir “kimlik krizi” dönemi olduğu ve bu krizin kimliğin bütünleşmesi ya da kimlik karmaşası ile sonuçlanabileceği biçimindeki görüşleri,  kendisinin de anlattığı biçimde, yaşadığı bu ağır ruhsal bozukluk döneminde yatar. Kendi yazılarında, bu krizi isimlendirme ve herkeste görme ihtiyacının arkadaşları tarafından onun kendi kendini kabullenme çabası olarak yorumlandığını anlatır. (Autobiographic Notes on the Identity Crisis, 1970). Erikson kendi sözcükleriyle ergenlik dönemini şöyle anlatır: “Pübertenin(erinlik) ortaya çıkışıyla birlikte, gelecekteki rollerin hayalleri kurulmaya başlanır ve kimlik problemleri kaçınılmaz hale gelir. Üvey babam, koyu Yahudi bir küçük burjuva ailesindeki tek profesyonel kişiydi. Buna karşılık ben sarışın, mavi gözlü, uzun boylu İskandinav kökenleri belirgin bir gence dönüşmüştüm. Üvey babamın dini çevresindekiler bana ‘beyaz’ diye isim takmışlardı. Okul arkadaşlarım ise ‘Yahudi’ diye çağırıyorlardı. İyi bir Alman şovenisti olmak için umutsuzca çaba göstermeme rağmen Birinci Dünya Savaşı’nda Danimarka tarafsız kaldığında ‘Dan’ diye çağırılmaya başlandım. Zaman içerisinde sanatçı olma hayalleri olan pek çok genç gibi kendi burjuva ailemin temsil ettiği her şeye yabancılaştım; gezgin bir ressam olmak için İtalya’ya gittim. Bu dönem bir tür ‘moratoryum’ olsa bile aynı zamanda o dönemde insanlığı sarsan askeri, politik ve ekonomik felaketlerden bir kaçış hali idi.  Eğer sağlam bir hedefi ve bu hedefi gerçekleştirmek için çalışacak gayreti ve dayanıklılığı yoksa, işte bu narsizmin genç bir insanın düşüşünü getirmesi kaçınılmazdır.” 

  Ve böylece Erik Homburger “düşmüştü!” Ne ilginçtir ki, Erikson’u içine düştüğü kimlik karmaşasından kurtaran kişi, çocukluk arkadaşı Peter Blos (1904-1997) aynı zamanda ergenlik dönemi problemleri üzerine yazıları ve araştırmaları olan, aslen antropolog olan bir psikanalistti. Blos, o dönemde Viyana’da öğretmenlik yaparken Anna Freud’un yakın arkadaşı Dorothy Burlingham’ın çocukları için bir okul açmıştı; bu okulda öğretmenlik yapmak üzere de arkadaşı Erik’i, toplumdan saklandığı evinde bulup Viyana’ya getirdi. Ergenlik döneminin önemli teorisyenlerinden Blos, daha sonraki yazılarında ergenlik dönemini “ikinci ayrılma bireyselleşme dönemi; kişiliğin çocukluktan kalan yaralarının tamiri için ikinci bir şans” olarak niteleyen kişidir. Kendi anlatımından anlaşıldığı kadarıyla intiharın kıyılarında gezen Erik için de Blos bir anlamda ikinci şans olmuştu. Erik Homburger, bu okulda çalışırken Anna Freud’un dikkatini çekti. O dönemde babası Sigmund Freud ile birlikte çalışan Anna Freud, Erik’in Viyana’da yeni gelişmekte olan psikanaliz çevresine girmesini sağladı ve aynı zamanda psikanalist olmasını teşvik ederek onu kendi analizine aldı. Anna Freud, o dönemde Viyana Çocuk Analizi Enstitüsü’nü kurma çabası içindeydi ve Erik Homburger’in öğretmenlik yaptığı okulda çocuklarla kurduğu iletişimden etkilenerek onu çocuk psikanalizi konusunda eğitmeyi uygun buldu. Erik’in dağılmış kimliğini yeniden bulma süreci böyle başladı. Erik o sırada artık yirmibeş yaşındaydı.

O dönemi Erikson şöyle anlatır: “Benim için Freud mitolojik bir figür oldu ve beni tıp fakültesi okumamış bir kişinin yaklaşabileceği kadar çocuk doktoru rolüne yaklaştıran bir eğitim sağlayan bir çevre içinde kendimi buldum. Bu durumda kendimi hem kendi çocuk doktoru üvey babamla, hem de hiç tanımadığım mitolojik babamla özdeşleştirme olanağım oldu. Ve kendime beni Freud çevresine kabul ettiren şeyin ne olduğunu sorduğumda beni pek de ait olmadığım bu çevreye sokan şeyin pozitif üvey evlat kimliği olduğunu söylemeliyim. Aynı zamanda içimdeki ait olmama halini ve içimdeki sanatçıyı da beslemem ve geliştirmem gerekiyordu. Anna Freud’a ‘Sanatsal çabalarımın psikanaliz gibi daha yüksek entelektüel çalışmalar içinde yeri var mı?’ diye sorduğumda bana verdiği cevap ‘Sen onların görmesine yardımcı olabilirsin.’ oldu.”

Bu dönemde Erik’in hayatında bir başka değişiklik oldu. Viyana’da bir maskeli baloda daha sonra eşi olacak olan Kanada’lı sosyolog, eğitmen ve dansçı Joan Searson ile tanıştı. Kendisini annesi tarafından reddedilmiş hisseden ve özgürlük arayışı içinde Avrupa’yı gezen Joan ve gerçek babasının kendisini terk ettiği gerçeğini kabullenmemek için Danimarka kraliyet ailesinden bir soylunun gizli çocuğu olduğu masalı ile yaşayan Erik kısa sürede birlikte yaşamaya başladılar ve daha sonra evlenerek Avrupa’da duyulan Nazizm’in ayak seslerinden kaçıp Amerika’ya göç ettiler. Erik ve Joan’un Homburger soyadını değiştirmeleri ve Erikson soyadını almaları Amerika’da yaşadıkları dönemde oldu. Bunun nedenini oğulları ile okulda “hamburger” diye dalga geçilmesi olarak açıklamışlarsa da bu aynı zamanda Erik Erikson’un “kendi kimliğini yaratan adam” olmasına bir göndermeydi; yani biyolojik ya da üvey babası artık önemli değildi. Erik Erikson aynı zamanda kendisinin oğlu olmuştu.

Erik Erikson’un kendi kimliğini oluşturma süreci otuzlu yaşlarında böylece sonlandı. Ancak kendi kimlik oluşumu macerası bundan sonraki çalışmalarını etkilemiştir. Yaşamı bitmeyen bir gelişim süreci olarak algılaması, her yaşam döneminde bireyin yeni bir kriz çözümü ile karşı karşıya kaldığını ileri sürmesi, bireyin kimliğini geliştirmekte sosyal koşulların önemini vurgulaması Erikson’un psikanalitik teoriye katkılarıdır. Ancak bu görüşleri yüzünden de Freud’cu psikanaliz ekolü tarafından dışlanmıştır.

Erik Erikson, Gandhi üzerine yazdığı psikobiyografi ile Pulitzer ödülü aldı. Kişilik gelişiminin çocuklukta tamamlanmadığı; yaşam boyu gelişimin devam ettiği görüşü insanlara umut vermiştir. Bu görüşü ileri sürerken de kendi gelişim sürecine ek olarak Gandhi ve Luther gibi öncü kişilerin gelişim sürecini de örnek almıştır.

Bu noktada biz de Erikson’un teorisini ve yaşam öyküsünün geri kalan bölümlerini bir kenara bırakıp onun kendi deyimiyle “borderline” tanısı alabilecek bir “kimlik karmaşası” durumundan çıkışında nelerin etkili olduğunu sormalıyız. Çünkü bu çıkış noktaları aslında gelişimsel psikopatolojinin temel sorularından birisi için ipuçlarıdır: Ergenlik dönemindeki risk faktörleri ve koruyucu faktörler nelerdir? Hangi riskler ergenlikte arttığını bildiğimiz, depresyon, intihar, anksiyete bozuklukları, yeme bozuklukları, madde kullanım bozuklukları ve psikozlar gibi erişkin tipi psikiyatrik bozuklukların ortaya çıkışını körükler? Hangi koruyucu faktörler bireyin bu durumdan kurtuluşunu ya da korunmasını sağlar? Çünkü Erikson’un öyküsüne bakıp “ne kadar şanslıymış, lise mezunu iken dünyanın en ünlü üniversitelerinde ders veren bir hoca olmuş,” diyebiliriz. Ancak ergenlikteki risk faktörlerini ve koruyucu faktörleri anladığımızda bazı şeylerin şans ya da şanssızlık değil bireylerin yaşantılarını etkileyen doğuştan getirdikleri ya da içinde yaşadıkları aile ve toplumla ilgili özelliklerden kaynaklandığını anlayabiliriz. Hangi özeliklerin bireyleri ruhsal sorunlara hazırladığını ve hangilerinin kurtarıcı ya da koruyucu olduğunu anladığımızda ergenleri korumak ve erişkinliğe yara almadan geçmelerini sağlamak mümkün olur. Bu açıdan Erikson kendi yaşantısıyla da iyi bir örnektir. Örneğin, annesinin Erik’i zor koşullarda tek başına doğurup, üç yaşına kadar yalnız büyüttüğünü ancak onunla çok ilgili bir anne olduğunu Erikson’un anlatımından öğreniyoruz. Burada bir koruyucu faktörün devreye girdiğini söyleyebiliriz. Bir ebeveynle sağlıklı ve güvenli bir bağlanma  ilişkisi,  çocuk gelişiminde önemli bir koşuldur. Tam da ergenliğe girdiği dönemde babası zannettiği kişinin biyolojik babası olmadığını öğrenmesinin ardından kendini hiçbir yere ait hissetmeyişinin yarattığı anksiyeteyi hayal gücünü kullanarak grandiöz fantezileri ile de olsa yatıştırabilmiş olmasını o güne kadar geliştirmiş olduğu olumlu benlik imajına bağlayabiliriz. Erikson sanata ve eğitime önem veren bir aile çevresinde yetişmiş, entellektüel ilgileri gelişmiş bir genç olmuştur. Her genç gibi kendi varoluşunu sorgulamış, ama bu sorgulamayı Laotse, Nietzche ve Schopenauer gibi düşünürler eşliğinde yapmıştır. Erik’in çöküşü ise toplumda kendisine hayal ettiği yeri bulamayacağını, yani bir sanatçı kimliği edinemeyeceğini, kısaca hayallerini gerçekleştiremeyeceğini anladığında başlamıştır. Çünkü o güne kadar sanatçı olduğuna inandığı biyolojik babasının ve sanatçılığını teşvik eden annesinin de etkisiyle hep kendisi için pozitif bir kimlik teorisi kurmayı başarmıştır. Bu hayali gerçekleştiremeyeceğini anladığında kimlik teorisi çökmüş; kendi deyimiyle bir kimlik karmaşası ve depresyon tablosu içine girmiştir. İntihar eşiğine gelen bu genç insanı kurtaran ise eski bir arkadaşıdır. Bu noktada bir başka koruyucu faktörden daha söz edebiliriz. Erikson her zaman iyi sosyal ilişkiler kurmuştur. Bu beceri Erikson’un hayatının her noktasını etkilemiştir. Girdiği her ortamda kendisini dinleten, yumuşak ve sakin konuşan; özellikle çocuklarla çok ilgili ve şefkatli bir kişilik olarak göze çarpar. Zaten bu sayede Anna Freud’un da dikkatini çeker. O dönemde kendisi de yeni olduğu için yeniliğe açık bir gruba, yani psikanaliz grubuna kolaylıkla kendini kabul ettirir. Bir başka koruyucu faktör onun var olan özelliklerine değer veren ve güvenen bir akıl hocası bulmasıdır. Anna Freud’un Erikson’un yaşamındaki en önemli rolü bu olabilir. Son olarak da hem duygudaşlığı, hem cinselliği, hem düşüncelerine paylaşacağı ona hayranlıkla bağlı  bir eş bulması ile Erikson ergenlikte başlayan kimlik bocalamasından çıkmış ve geniş toplumda kabul gören bir birey olarak dünyaya “kendi kendisinin oğlu” olduğunu iddia edecek güveni kazanmıştır. Kendisine göre tarihte doğru zamanda doğru yerde doğru insanlarla bulunmaktan kaynaklanan bu kurtuluşta elbette ki içinde bulunduğu toplumsal çerçeve önemlidir ancak kendisinin de bu çerçeveye uyumunu sağlayacak özelliklerle donatılmış olmasının da payı olduğunu kabul etmemiz gerekir.

Erikson gibi örnekleri anlamaya çalışmak bizler için yol gösterici olmalıdır çünkü normal gelişim açısından bakıldığında ergenlik dönem fiziksel ve zihinsel kapasitelerin hızlıca arttığı bir dönemdir. Çocuk bedeninin zayıflıkları geride bırakılmıştır. Ergenler çocuklara göre çok daha güçlü, hızlıdırlar. Reaksiyon zamanları kısadır, mantık yürütme becerileri gelişmiştir. İmmün sistem güçlenmiştir, soğuğa, sıcağa, yaralanmaya, fiziksel streslere dayanıklılıkları artmıştır. Buna rağmen hastalık ve ölüm riskleri ergenlikte %200 artar. Ergenlikteki ön sıralarda yer alan ölüm nedenleri kazalar, intihar, cinayet, alkol ve madde kötüye kullanımı, şiddet, tehlikeli davranışlar, yeme bozuklukları ve riskli cinsel davranışlar sonucu ortaya çıkan problemleri içerir. Yapılan çalışmalar cinayet olaylarında kurbanların da faillerin de yüzde doksanının 15-30 yaş arası erkekler olduğunu göstermektedir. O yüzden bu dönemdeki gelişimi iyi anlamak, risk faktörleri ve koruyucu faktörler çerçevesinde bakmak ve toplumda riskleri azaltıp koruyucu faktörleri arttıracak şekilde düzenlemeler yapmak önemlidir çünkü böylece riskli gruplar bile bu dönemden zarar görmeden, zarar vermeden, kendini değerli hisseden üretken erişkinler olarak çıkabilirler.

Ergenliğin bir kriz dönemi olarak görülmesi fikri yeni değildir. 1900’lerin başlarında G.S. Hall ergenlik dönemi için Fırtına ve Stres tanımı yapmış, daha sonra bu fikir Anna Freud tarafından da benimsenmiştir. Erikson gibi Peter Blos da ergenliğin bir normatif kriz dönemi olduğunu, hatta bu dönemde sorun yaşamayanların problemli olarak görülmesi gerektiğini iddia etmiştir. 1970’lerden sonra yapılan bilimsel araştırmalar bu görüşü doğrulamamıştır. Araştırma sonuçlarına göre çoğu ergen bu dönemi iyi aile ve arkadaş ilişkilerini sürdürerek, fırtınalar yaşamaksızın, uyumlu biçimde geçirir. Ergenlerin %25 kadar bir bölümünde açık ruhsal ve davranışsal sorunlar ortaya çıkarken, %45 kadarı için ise bu bir potansiyel stres dönemidir. “Sessiz fırtına” olarak tanımlanan bu görüşe göre bir grup ergen bu dönemde dışardan belli olmayan ve işlev bozukluğu yaratmayan duygusal dalgalanmalar ve kronik mutsuzluk hissi yaşar. Ergenlikte meydana gelen hızlı biyolojik ve sosyal değişime ek sorunlar eklendiğinde ise bu sessiz fırtına, krize dönüşebilir. Çünkü normal koşullarda ergenler biyolojik değişim ve buna eşlik eden psikolojik ve sosyal değişikliklerle başa çıkmaya çalışırken genelde bu görevleri aşamalı olarak gerçekleştirirler ve sorun yaşamazlar. Ergenlikte yaşanan krizlerin nedeni genellikle bu gelişimsel sürece eklenen biyolojik ya da çevresel faktörlerin ergenin yaşadığı stres düzeyini arttırmasından kaynaklanır. Bu duruma “yığılma fenomeni” adı verilir. Bu nedenle olsa gerek, psikiyatri kliniğinde karşımıza geldiklerinde gördüğümüz ergenler hep “bardağı taşıran damla”dan söz ederler.

Son dönemde ergenlikte ortaya çıkan sorunları bu dönemdeki beyin gelişimi ile açıklamaya yönelik çok sayıda çalışma yapılmıştır. Sorunların beyindeki bilişsel, davranışsal ve duygusal sistemlerin gelişimindeki zamanlama farklarının ve uyumsuzlukların sonucu olabileceği görüşü ortaya çıkmıştır. Ergen beyin görüntüleme çalışmalarının sonuçları, ergenliğin düzenleyici sistemlerin yeniden yapılandırılması için hem riskler hem de yeni olanaklar sağlayan bir kritik dönem olarak kabul edilmesini sağlamıştır. Ergenler soyut düşüncenin gelişimine paralel olarak geçmiş, gelecek ve şimdiki zamanı bütünleştirme kapasitesine kavuşurlar. Bu süreçte duygular ve davranışlar kişinin uzun dönemli hedeflerine uygun olarak yeniden düzenlenir. Bu açıdan ergenlikteki beyin gelişimi duygusal, bilişsel ve davranışsal yetkinliğin koordinasyonunu sağlamaya yöneliktir. Bu dönemde beyinde ortaya çıkan değişikliklerin bir bölümü pübertal hormonların düzenleyici etkisi ile gerçekleşirken, bir bölümü hormonlardan bağımsız olarak ortaya çıkmaktadır. Özellikle prefrontal korteks gibi düzenleyici devrelere ilişkin beyin bölgelerinin öğrenme ile geliştiğine dair bulgular vardır. Beyin görüntüleme çalışmalarının ortaya çıkardığı bir başka sonuç ise beyin gelişimi sürecinin tamamlanmasının yirmibeşli yaşları bulmasıdır. Hatta ergen beyin görüntüleme çalışmaları sonucunda araştırmacılar hukuk sisteminin bu bulgular ışığında yeniden düzenlenmesi gerektiğini de ileri sürmüşlerdir.

Beyin görüntüleme çalışmaları sonucunda ortaya çıkan bir diğer sonuç ise ergenlikte beyinde ortaya çıkan değişikliklerin “kullan ya da kaybet” sistemi ile çalışmasıdır. Bu sistem kullanılmayan nöronal bağlantıların budanmasını, kullanılan bağlantıların ise miyelinizasyonu ve dolayısıyla daha etkin kullanımını içerir. Böylece insanlar için ergenlik dönemi yaşamın başka dönemlerinde aynı hızda kazanılamayan becerilerin kazanılması için açık bir pencere sunmaktadır. İnsan toplumlarının değişen çevresel koşullara hızlıca uyum yapmasının sırrının ergen beyninin çevresel koşullara göre amaç ve hedeflerini hızlıca değiştiren esnek bir yapıya sahip olması olduğu düşünülmektedir. Bu noktada çevresel koşullardan kast edilenin yalnızca fiziksel çevre olmadığını hatırlamak gerekir. İnsan toplulukları söz konusu olduğunda, sosyal çevre en az fiziksel çevre kadar önemlidir. Sosyal çevrenin ceza ve ödülleri toplumdan topluma ve çağdan çağa değişirken ergen beyni bu değişen koşullara uyum yaparak gelişir. Araştırmalar ergenlikte beyin gelişiminde iki önemli noktaya dikkat çeker: birincisi, ergenlerin ödül ve tehdit algıları değişir. Ergenlik sürecinde en önemli ödüller ve tehditler sosyal alanda yatar. İkincisi, ergenlerin değerler sistemi kendi sosyal çevrelerine göre yeniden şekillenir. Beynin esnekliği ortama göre önceliklerini çok hızlı değiştirebilmelerini sağlar. Bu sayede çok hızlı öğrenir ve değişen çevre koşullarına hızlıca uyum yapabilirler. Ergenler için sosyal alanı tanımak en önemli amaçtır. Sosyal değerler, farklılıklar, sosyal alanda kabul görme yolları en çok odaklandıkları konular arasındadır. Çevreyi ve kendilerini gözlemler, ayrımları incelemeye çalışırlar. Beyin sistemleri bilişsel ve duygusal gelişimin bütünleşmesine açıktır. Yeni duygusal deneyimler yaşarken bu deneyimler ve karmaşık düşünce biçimleri arasında bağlantılar kurmaya çalışırlar. Böylece yaşantılarını anlama ve anlamlandırma çabası içindedirler. Bu esneklik yaratıcılığı destekler. Mentalizasyon ve sosyal biliş belirgin biçimde gelişme gösterir. Ergen kendi akran grubunda kabul görmek için kendi yönelimli davranış biçiminden diğeri yönelimli davranış biçimine hızlıca geçiş yapabilir. Sosyal mantık yürütme ve karşıdakinin perspektifini anlayabilme ergen beyninin en geç gelişen becerileri arasındadır. Araştırmalar, beyinde sosyal acıyı yatıştıran bölgelerin diğer sosyal ağlarla birlikte ergenliğin sonuna doğru erişkin formuna ulaştığını göstermektedir. Bu da ergenlerin sosyal gruplarda dışlanma korkularını, duygusal hayal kırıklıkları ile baş etme zorluklarını açıklayan bir bulgudur. Ergenlerin esnek beyin yapıları, eğer pozitif gelişimi destekleyen bir ortam varsa uyuma yönelik araştırıcı, uzun dönemli amaçları saptayan, sosyal yetkinliği yüksek bir erişkin ortaya çıkmasını kolaylaştırırken; olumsuz koşullarla karşılaşılınca amaçların kolayca kaybolmasına, depresyon ve sosyal geri çekilme tablolarının yerleşmesine neden olabilir. Madde kullanımı ve riskli davranışlara yönelme gibi negatif amaçlara aşırı tutkuyla bağlanan bireyler ortaya çıkabilir.

Ergenliğin bir “kimlik krizi” dönemi oluşu, Erikson’un aslında sadece kendi kimlik krizini çözmek için bulduğu dahice bir yol olsa bile; bu kavram, ergenlik ve gençlik döneminin çok önemli bir boyutuna dikkat çekmiştir. Bir kimlik sahibi olmak toplum içinde kendi yerini bulmak, değerli hissetmek ergenler için önemlidir. Erikson’un katkısı ile bireyin gelişim sürecinin biyolojik-psikolojik boyutlarına sosyal boyut eklenmiş ve bu sürece insanın içinde yaşadığı toplumun etkilerinin ne kadar önemli olduğuna dikkat çekilmiştir. Şunu unutmamak gerekir ki, tanımı gereği ergenlik biyolojik değişikliklerle başlar; ancak ergenliğin bitişini belirleyen içinde yaşanılan kültürel yapının tanımladığı erişkinlik özelliklerine ulaşılmasıdır. Yani bir bireyin ne zaman erişkin kabul edileceğini içinde yaşadığı toplumsal düzen belirler. Ergenliğin bitişinin bu şekilde belirleniyor olması insanı diğer hayvan türlerinden ayırt eden bir durumdur. Hayvanlarda ergenlik döneminde vücutta ortaya çıkan değişiklikler bireylerin üreme başarısını arttırmaya yöneliktir. Ancak insan topluluklarında biyolojik üretkenliğin yerine sosyal üretkenlik kavramı geçtikçe sadece bedensel değişimlerin tamamlanmış olması ile birey erişkin kabul edilemez olmuştur. Sosyal üretkenlik kavramı bireyin içinde yaşadığı toplum, ondan beklentileri ve ona sunduğu koşullarla bağlantılıdır. Bir anlamda biyolojik bir varlık olan insan bireyi, toplum yaşamında kendisine uygun bir niş arayışı içindedir. Kendi özelliklerine uygun nişi bulduğunda oraya yerleşip gelişecek ve kök salacak; bulamadığında arayışı sürecektir. Tıpkı bir bitkinin içine yerleştiği toprağın özellikleri ile bütünleşerek geliştiği gibi, insan da içine yerleştiği toplumsal kraterle bütünleşerek kimliğini oluşturacak, üretken bir erişkine dönüşecektir. Ergenlik işte bu niş arayışı dönemidir.

Bu yazıyı Erik H. Erikson’un ergenlikte kazanılan kimliğin önemini vurgulayan ve toplumsal uyarı niteliğindeki kendi sözleri ile bitirmek sanıyorum uygun olacaktır. Aşağıdaki bölüm yazarın “Kimlik Krizi Üzerine Otobiyografik Notlar” başlıklı yazısından alıntılanmıştır:

  1. Bazen kimlik krizi görünmez olabilir; ya da tarihin bazı dönemlerinde gürültüsüz geçebilir. Başka dönemlerde, sınıflarda, toplumlarda ise kriz kritik bir dönem oluşturabilir ve “ikinci bir doğuş” şansı ortaya çıkabilir.
  2. Kimlik oluşumu sürecinin normal olarak bir negatif yönü de vardır. Bu negatif yön bireyin yaşadığı tüm olumsuz özdeşimlerin, kendisinde istemediği özelliklerin, ya da kendisini farklı hissetmesine neden olan azınlık olma özelliklerinden kaynaklanan dışlanmışlıkların sonucu olabilir. Krizlerin tetiklendiği durumlarda bir birey ya da grup bu negatif ögeleri bir pozitif kimlik içinde saklamakta zorlanabilirler. Kimlik gelişimi süreci, bütünleşmeye yönelik ihtimallerin yok olması ile kesintiye uğradığında büyük bir öfke ortaya çıkar. Bu öfke totaliter doktrin ve dogmalara teslim oluşa modellik eden psikopatik liderler tarafından kolayca istismar edilebilir. Bu durumda negatif kimlik üstün gelir. Nazilerin “tipik Alman” özelliklerini besleyerek güçlenmesi gibi kimlik kaybı tehdidi çetelerin ya da organize suç örgütlerinin yıkıcılığına hizmet eden bir hale gelebilir.
  3. Kimlik çatışmasının doğasında tarihsel bir döneme özgü gizli korkular yatar. Tarihte bazı dönemler, insanın kendini tehdit altında hissetmesine neden olan kimlik boşlukları yaratırlar. Yenilikler ve keşiflerle ortaya çıkan hızlı değişimin tüm dünyanın imajını değiştirdiği dönemlerin yarattığı korkular, varolan ideolojilerin çürümesi sonucu ortaya çıkan sembolik tehditlerin yarattığı anksiyeteler, yaşamı anlamlandırmayı zorlaştıran varoluşsal karmaşanın korkusu bireylerin kimlik bocalaması yaşamasına neden olabilir.
  4. Tarihsel geçmişi boyunca insan kendi kimliğini çoğunlukla içinde yaşadığı grup kimlikleri çerçevesinde algılamıştır. Bu grup kimlikleri kabileler, uluslar, kastlar, dinler biçiminde şekillenmiş olabilir. Ancak aslında yaşadığımız evrimsel bir kimlik problemidir. İnsan tek bir tür müdür yoksa bu kimliklerce bölünmüş “sahte türler”den mi oluşmaktadır? Ve nükleer çağın zafer sarhoşluğu içerisinde bu türlerden birisi kendini yok etmenin bir an öncesinde diğerlerini yok edecek kadar büyük bir güce sahip olacak mıdır?

Kaynaklar:

Crone EA, Ridderinkhof KR (2011) The developing brain: from theory to neuroimaging and back. Developmental Cognitive Neuroscience. 1:101-109.

Dahl RE (2004) Adolescent Brain Development: A period of vulnerabilities and opportunities. Ann.N.Y Acad. Sci. 1021: 1-22.

Erikson E.H (1975) Autobiographic Notes on the Identity Crisis. Life History and the Historical Moment içinde. Norton Company Inc. NY.

Erikson Bloland S. (2006) In the Shadow of Fame: A Memoir by the Daughter of Erik H. Erikson. Penguin Books. 

Kılıç EZ (2007) Ergenlik dönemindeki fırtına ve stres beyindeki değişikliklerle ilişkili olabilir mi? Türkiye Klinikleri, Pediatrik Bilimler Dergisi, 3(3) 69-75.

Kılıç EZ (2013) Ergenlikte psikososyal gelişim. Türkiye Klinikleri Pediatri Özel Sayısı, 9(2) s: 10-19.