Zamanla ilişkisi,  insanın en erken kurduğu ilişkilerden birisidir çünkü zamanı yapılandırmak dil kullanımının en belirgin özelliğidir.  Bu yüzden de dil gelişimi tamamlandığında zamanla ilgili kavramlar insan bilinçliliğinin bir parçası haline gelmiş olur. Bilinçli düşünceyi zaman kavramı yapılandırırken bilinç dışı düşünceler ve rüyalar zamandan bağımsızdır. Belki de bu yüzden uyku öncesi masalların başlangıç tekerlemesi “Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellalken, ben nenemin beşiğini tıngır mıngır sallarken” diye başlar ve bizi rüyalar dünyasına hazırlar.

Zamanı algılama ve kullanma biçimi bireyler arasındaki farklılıkları yaratan başlıca özellikler arasında sayılır.  “Aceleci” ya da “ağırkanlı” gibi insanların kişilik özelliklerini tanımlayan sıfatlar onların zamanı nasıl kullandıklarına ilişkin nitelemelerdir ve büyük ölçüde doğuştan getirilen biyolojik özelliklere dayanır. Zaman kullanımına ilişkin özen, kısmen öğrenme ile kazanılsa bile, aslında “zamansal miyopluğu” olan yani zamanın geçişini öngörme zorluğu yaşayan kişilerin bu konuda daha sorunlu olduğunu görürüz. Gecikme; erteleme; ya da her şeyi dar zamanlara sıkıştırmak zorunda kalma bu zafiyetten kaynaklanır. Bazı insanlar ise zamanlama konularında aşırı titizlik gösterir. Gerekli durumlarda bile kafasındaki planlamanın dışına çıkamazlar; ki bu da bir başka kişilik özelliğidir ve genellikle takıntılı kişiliklerde gözlenir.   

Bazı insanların zamanla ilişkisi dostçadır, bazıları zamanı kendilerine karşı duran bir düşman gibi algılar. Zamanın geçmesi de geçmemesi de sorun olabilir!  Bazıları geçmiş yönelimlidir, davranışlarını düzenlerken geçmiş yaşantıları referans olarak alırlar; bazı insanlar ise gelecek yönelimlidir. Geleceği referans alanlar, sürekli geleceğe hazırlananlar için zaman yolculuğu umut dolu olabileceği gibi kaygı dolu da olabilir! “Şimdi” yi yaşamak ise her ne kadar idealize edilse bile bence öyle bir şey yoktur; çünkü “şimdi” geçmiş ve geleceğin kesişimindeki bir noktadan ibarettir.

Zaman insan bilincinin ve kişiliğinin ayrılmaz bir parçası olduğu gibi aynı zamanda da kültürlerin özelliklerini de belirleyen bir kavramdır. Farklı kültürlerin farklı zaman kavramı ile çalıştığı hep bilinir. Biz ise her konuda olduğu gibi bu konuda da batı ile doğunun arasına sıkışmış bir milletizdir.  Bazen “her şeyin zamanla olacağı,  hayırlısı ile olacağı”; gibi kaderci yaklaşımlara sırtımızı dayarız;  bazen de özellikle de trafikte dakika kazanmaya çalışırız. Örneğin bir otobüs firmasının sloganı “Her şey zamanında” İngilizce olarak “everything in time” yani “Her şey   zamanla..” şeklinde çevrilmişti.  Bu çeviri hatası Türkçe bilmeyen yolculara firmanın vaad ettiği zaman kullanımının tam tersini ifade etmesine neden oluyordu ama aynı zamanda da manidar bulmuştum. Çünkü İngilizce okuyacağını varsaydığım batılılara “rahat olun zamanla her şey olur” mesajı verirken ;  zaman konusuna çoğunlukla oldukça rahat olan bizlere de zamanlamanın önemine ve bu konuda sorumluluk sahibi olmak gerektiğine vurgu yapan tam tersi bir mesaj iletiliyordu.   

Zaman konusunun bizim bilincimizi şekillendirmesinde biyolojik ve kültürel etkiler önemli rol oynar. Ancak tabii ki çocukluk yaşantılarının da etkisi vardır. Örneğin ben zamanı nasıl kullanacağım konusunda ilk derslerimi dedemden aldığımı hatırlıyorum. Bazı yaz günlerinde dedemle birlikte, sonunda bakkala uğrama ödülü olan, yürüyüşlere çıkardık.  O yürüyüşlerde dedem bana ağaç gölgelerinde yavaş yürümeyi;  güneşte ise hızlı yürümeyi öğretmişti. Ankara’nın kızgın güneşli yazında sokakta yürürken bazen koşarcasına hızlı hızlı yürürdük;  ağaç gölgesine gelince de yavaşlar, salınarak yürür, orada daha uzun kalmaya, serinlemeye, nefes almaya ve gölgenin tadını çıkarmaya çalışırdık. Sonra anladım ki bu sistem benim hayatım boyunca zaman kullanımı tarzımı belirlemiştir. Rahatsız edici durumlarda hızlanıp, düşünmeden hızlı hızlı gereken işleri bitirmek ve sonra rahat koşulların keyfini çıkarmak; sevdiğin insanlara ve işlere savurganca zaman ayırmak benim güneşte koşturup; gölgelerde yavaşlamaktan kazandığım bir yaşam tarzına dönüşmüştür. Böylece benim bir ikili zaman kullanımı sistemim oluşmuştur.  Böylece güzel zamanların keyfini çıkarırsınız; zor koşullarda da fazla düşünmeden hızlı hızlı iş bitirirsiniz! Dedemden ve cebindeki köstekli saatiyle ilişkisinden öğrendiğim başka şeyler de vardı. Örneğin zamanı, kendini kontrol etmede bir araç olarak kullanmak! Çünkü dedem tek saatlerde sigara içer, çift saatlerde teşbih çekerdi. (Ya da böyle olması gerektiğini söylerdi!) “ Saat on yatağa kon!”  ise evin değişmez kuralıydı! 

Zaman kullanımı konusundaki diğer kaynağım da o zamanlar okuduğum “Düzinesi Daha Ucuza” adlı kitaptı. Bu kitapta on iki çocuğu olan bir babanın sürekli elinde kronometre ile çocukların okuma,  yolculuk etme, tuvalet kullanma, diş fırçalama gibi işlerini hızlandırmak için bulduğu çözümler anlatılıyordu. Daha sonra çok ilgisiz bir filmi yapılan bu romanın yüzyıl başında sanayide etkinlik üzerine çalışan ilk uzmanlardan birisi olan Frank Gilbreth ailesini anlattığını çok sonra öğrendim. Fakat ben kitapta anlatılan “minimum zamanda maksimum iş nasıl yapılır?” yaklaşımına öyle hayran kalmıştım ki, bulaşık yıkarken zaman tuttuğumu (o zamanlar bulaşık makinası yoktu) ve “bulaşıkları birer birer yıkayıp durulayınca mı;  yoksa önce hepsini yıkayıp sonra hepsini durulayınca mı?” daha kısa sürede işin bittiğini, deneysel olarak ölçtüğümü hatırlıyorum. 

İnsan yaşadıkça zamanla ilgili yeni şeyler de öğreniyor. Örneğin “zamanın hızlanması” konusu… Zamanın hızlandığını ilk olarak birlikte çalıştığım bir hemşire arkadaşım dile getirmişti. “Zamana bir şey oldu, çok hızlandı” dediğinde kırk yaşlarında idi. Sonra kendim de kırk yaşlarına geldiğimde aynı hisse kapıldım. Bir noktadan sonra haftalar günler gibi, yıllar aylar gibi geçmeye başlamıştı. Zaman aralıkları sanki daralmış gibi bir hisse kapılıyordum. Öğrendim ki bunun da nedeni varmış: insanın zaman algısı doğal olarak kendi birey-zamanı ile bağlantılı olduğundan yaşadığınız süre uzadıkça bir birim zamanın toplam yaşam süreniz içindeki oranı giderek sıfıra yaklaşıyormuş. Yani on yaşında iken bir yıl hayatınızın onda biri iken,  kırk yaşında kırkta biri oluyor ve relatif olarak daha kısa gibi algılanıyormuş…  Kısaca zamana bir şey olmuyormuş! Bunu bilmek rahatlatıcı değil mi?

Zaman niye önemli bizim için? Tabii ki sonlu olduğu için önemli.  Zamana verdiğimiz değeri belirleyen en önemli şey ölümlü olduğumuzu bilmektir. Bu yüzden de elinizdeki kısıtlı zamanı kendinizce iyi kullanmak istersiniz. Bir nevi hayatınızın amacını bu kısıtlı zamanınızın bilincinde olarak belirmeniz gerekir öyle değil mi? Çünkü elinizdeki sonlu sürenin biteceğini biliyorsunuz. Yine de galiba insan hiçbir zaman bunu kabul edemiyor…   Babam mesela, ne zaman bir şey yapmasını söylesem “ilerde” derdi. 76 yaşında öldüğünde geride kalan bizlere bıraktığı tek mesaj bir gazete köşesine yazdığı “her ölüm erkendir aslında!” oldu.

“Bir varmış bir yokmuş” işte bunu anlatmaya çalışıyor olsa gerek!