Bundan on yıl kadar önceydi; gazetelerde, televizyonlarda günlerce izlediğimiz genç bir kadın vardı. Ünlü bir işadamının öldüğü cinayetin tanığı olarak ortaya çıktı. İnce ve soluk yüzü, acıklı yaşam öyküsü ile belleklerimizde kaldı. Bir gazetede çıkan kendi ağzından yaşam öyküsü şöyleydi:

     “İki yaşında annemi kaybetmişim. Onu hatırlamıyorum. Sonra babamın bizi sürekli dövdüğü dönemler başladı. Kardeşim ve beni sekiz yaşına kadar babaannem büyüttü. Sekiz yaşında iken babam beni ve kardeşimi cocuk yuvası’na bıraktı. Yuvadan kaçınca ya da dersimi yapmayınca öğretmenler bir şamar atardı ya da ayak üstünde bekletirdi. Herkes yuvadan kaçardı.
Bu arada okulda çalışan temizlik görevlisi gibi kişiler bizi ikişer ikişer evlerine götürür, evde temizlik yaptırırdı. Bir süre sonra bu götürmelerde ellemeler okşamalar başladı. Bu şekilde bir gün gittiğim evde, ‘Temizliği bırak kucağıma otur’ diyen görevlinin tecavüzüne uğradım. 10 yaşında babam bizi yuvadan aldı. Üvey annem büyütmeye başladı. Ama babam kadın ve para düşkünü idi. Beni yine dövmeye başladı. Evden sürekli kaçtım.” 

Bu genc kadın gözaltına alındığında para karşılığı ilişki kurarak yaşamını sürdürüyordu.   

O genç kadına ve çocuğuna ne oldu hep merak ettim.

Ben bir psikiyatrist olarak elbette bundan daha acı yaşam öyküleri, daha ağır travmalar dinledim. Ama bu kişinin öyküsünün benim aklımda kalmasının nedeni 1987’de İngiltere’de çocuklukta yuvaya bırakılan kızlarla yapılan ve çocukluk travmalarının erişkinlikteki sonuçlarını ve ruhsal sorunların sonraki kuşaklara nasıl aktarıldığını inceleyen ilk araştırma bulgularına şablon gibi oturmasıydı. Bazı insanların yaşamının böyle bir travmalar zincirine dönüştüğünün ve kişiliği yok ettiğinin somut bir göstergesiydi. 

Psikiyatrik tanı sistemlerinde “travma sonrası stres bozukluğu” ya da “akut stres bozukluğu” gibi tanılar genellikle insanların karşılaştığı korku ve dehşet verici tek bir deneyim sonrasında ortaya çıkan tabloları tanımlamakta kullanılıyor. Ancak ya yukardaki genç kadın örneğinde olduğu gibi çocukluk döneminden itibaren travmalar ard arda geliyor, günlük rutinin bir parçası oluyorsa; bir çocuk her gün şiddete uğrama, tacize uğrama durumu ile karşı karşıya kalabiliyorsa,  o zaman ne olur?

UNICEF raporlarına göre şu anda dünyada yaklaşık bir milyar çocuk fiziksel istismara maruz kalıyor, bir milyar çocuk savaş alanlarında yaşıyor; endüstrileşmiş ülkelerde bile çocuk cinsel istismar oranı kızlarda %5-10 erkeklerde %5 olarak bildiriliyor. Bütün bunlara afetler göç ve yoksulluk ekleniyor. Yoksulluk içinde yaşayan ailelerde çocuklara ve kadına yönelik şiddet çok daha yaygın; bu tabloya çocuğun gelişimsel gereksinimlerine yönelik ihmal de kaçınılmaz biçimde eşlik ediyor.  Afetler ve trafik kazaları gibi tekli travmaları bir yana bırakırsak travmaya maruz kalan çocukların %80’i uzun süreli, tekrarlayıcı, birden fazla travmaya maruz kalıyorlar. Belli bir ortamda yaşayan çocuğun hem sürekli fiziksel şiddete maruz kalması, hem cinsel istismara ve ihmale maruz kalması ve doğduğu andan itibaren yaşamının tekrarlayan travmalardan ibaret bir duruma dönüşmesi yoksullukla, savaşlarla iç içe yaşayan toplumlarda sık görülen bir durum…  Peki bu durum çocuğun gelişimini nasıl etkiliyor, dünyayı ve kendilerini nasıl tanıyorlar, nasıl büyüyorlar?

Çocukların tekrarlayan stresli yaşam olaylarına maruz kaldığı ve onu bu durumlardan koruyacak ya da rahatlatıp yatıştıracak bir erişkinin desteğinden de yoksun olduğu durumlara “zehirli stres” durumları adı veriliyor.  Bu açıdan risk gruplarına giren çocuklar ağır yoksulluk yaşayan, tekrarlayan fiziksel ve duygusal istismara maruz kalan, annelerinde ağır depresyon olan, ebeveynlerde madde bağımlılığı ya da ailede şiddet görülen çocuklar… Zehirli stres beyin gelişimini ve diğer organ sistemlerinin gelişimini bozan bir durum… Bebeklik ve çocukluk boyunca böyle ortamlarda gelişen çocuklarla yapılan çalışmalar, bu çocuklarda stres yönetimi, duygudurum düzenleme, dikkati düzenleme, sosyal işaretleri anlamlandırma, dürtü kontrolü gibi bir çok gelişimsel alanda bozulmalar olduğunu gösteriyor.  Bu çocuklar erişkinliğe geldiklerinde hem fiziksel hem de ruhsal bozukluklara daha sık rastlanan bir grup insana dönüşüyorlar. Bilişsel gelişimin bozulması eğitim alsalar bile başarı düzeyini düşürürken dikkat, dürtü kontrolü, duygu düzenleme sistemlerinin yanlış gelişimi insan ilişkilerinde sorunlar yaşamalarına, suç oranının, madde kullanımının ve psikiyatrik hastalık oranının yükselmesine neden oluyor. Böylece aynı sorunların bir sonraki kuşakta tekrarlama olasılığı da artıyor.

Bebeklikten başlayarak eğer çevredeki bakım veren kişiler aşırı derece tutarsız, korkutucu, şiddet kullanan veya çocuğu ağır biçimde ihmal eden kişiler ise bebekler aşırı huzursuzluk hissediyorlar. Bu duyguya çevrede kendini rahatlatacak kimse olmadığı duygusu da eklenince aşırı bunaltı, öfke duyguları ortaya çıkıyor. Bu duygular bebeğin kendine zarar verme davranışlarına veya disosiyatif durumlarına yol açabiliyor. Kendi duygularını, düşüncelerini, bedenlerini yok saymayı böylece geliştiriyorlar.  Rahatlatılmada, sakinleştirilmede güçlük çekiliyor. Travmatize olmuş çocuklarda görülen klinik tablolar bu bütünleştirilmemiş kişilik yapısının bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Çocuğun duygu düzenleme mekanizmaları bozulduğunda kendi duygularını da başkalarının duygularını da tanıma ve anlama bozulduğu gibi duygularını ifade etmede de bozulma oluyor. Bu yüzden de yaşantılarını sanki başka birisi yaşamışçasına ifadesiz bir yüzle, sesle anlatmalarına şaşırmamak gerekiyor. 

İnsan ilişkilerini tehlikeli ve kötücül olarak algılıyorlar. Bu durum hem kurban hem de zorba olmaya yatkınlığın bir arada içlerinde yer almasına neden oluyor. Belirsiz sosyal durumları yanlış çözümlüyor;   başkalarının kendilerine yönelik saldırganca duyguları olduğuna daha kolay karar veriyorlar. Saldırgan davranışları ve şiddeti yüceltiyorlar. Dil gelişiminin yetersiz olması nedeniyle sorunları çözmek için iletişim becerilerini kullanamıyor daha fazla şiddete yöneliyorlar. 

Kendini tanımlama, kendine değer verme süreçlerinin bozulması, kendini değersiz bulmaya neden oluyor ve başkalarına öfkeyi de arttırıyor. Bağlanma ilişkisinin yetersizliği güvenlik ihtiyacı ile güvendikleri kişiden zarar görme korkusunu bir arada yaşamalarına neden oluyor. Gereksinim duydukları kişiye hem düşmanca duygular atfediyor hem de düşmanca davranıyorlar. Bu durum hem akran ilişkilerini hem de sevgi ilişkilerini bozuyor. Dışlanma ve kötü muamele görme olasılıklarını arttırıyor. Böylece kendini doğrulayan kehanetleri tekrar tekrar yaşanıyor. Yani insanlardan kötülük beklentisi bu kişilerin kötü davranışlara maruz kalma olasılığını arttırarak ilişkilerini tümden bozuyor.

Bu tür travma zincirleri yaşayan çocukların yaşamda çok fazla şansı olmuyor diyebiliriz. Okul yaşamlarının hem dikkat ve kendini düzenleme sorunları; hem de ilişki problemleri nedeniyle sekteye uğraması kaçınılmaz. Dış dünyayı düşmanca algıladıklarında ve düşmanca davranmaya devam ettiklerinde de kaçınılmaz olarak yeni travmalar yaşıyor ve aynı zamanda başkalarını travmatize eden erişkinler haline geliyorlar. Süregen biçimde kötü muameleye maruz kalan çocuklarda algılar, duygular ve düşünceleri bütünleştiren süreçler bozulduğu için daha sonraki stresli durumlara da uygunsuz tepki verme olasılıkları artıyor. Eğer travmatik yaşantı çaresiz bir erişkinin varlığında yaşanıyorsa çocuğun tepkileri de bu çaresiz ebeveyni taklit edecek biçimde gelişiyor.  Kendi duygularından habersiz, uzak olabiliyorlar.  İç dünyalarını ifade edebilecekleri dile sahip olmayabildiklerinden duygularını ifade edemiyor, ya da kendi duyguları ile başkalarınınkileri birbirine karıştırabiliyorlar. Kendilerini yönlendirecek bir iç haritaları oluşamıyor, bu da yeni bir durumla karşılaştıklarında bu durumu doğru değerlendirememelerine neden oluyor. Eski ve tanıdık olan daha korkunç bir yaşantı olsa bile daha güvenli gibi algılanabiliyor. Bu da travmatize oldukları duruma tekrar tekrar dönme olasılıklarını arttıran bir başka etken oluyor.

Bu çocuklar güvenli bir ortamda yaşamaya geçtiklerinde bile problemler yaşamaya devam ediyorlar. Geçmişin etkisinden kurtulmaları çok zor olabiliyor. Karşılarına çıkan stresli durumları geçmişteki duygulanımlar eşliğinde yaşıyorlar. Kendini düzenleme becerilerinin yokluğu davranışlarının uygunsuz öfke veya üzüntü tepkilerine dönüşmesine neden olur.  Farkında olmadan travmanın yarattığı duyguları tekrar tekrar yaşarken bunun karşılığında aldıkları tepkiler tekrar travmatize olmalarına neden oluyor. 

Dolayısıyla travmalar kişiler arası ilişkiler alanında tekrar tekrar yaşanıyor.  Çocukluk travması yaşamış çocuklar tekrar tekrar travmatize olmaya ve başkalarını travmatize etmeye yazgılıdır. Yani hem kurbandırlar hem de zorba.. Kendilerini kontrol edemediklerini fark etmek kendilerine yabancılaşmalarına hatta kendilerinden nefret etmelerine neden olabilir. Madde kullanarak ya da kendilerini yaralayarak acı veren duygularından kurtulmaya çalışırlar. Bu da daha da büyük sorunlar yaşamalarına neden olur.  Dış dünyayla karşılaşmanın yaşattığı yoğun duygular ve bu duyguları kontrol etme çabası içe dönme ile aşırı tepki gösterme arasında gidip gelme tablolarına neden olur.  Diğer insanlar acı verebilecek kaynaklar gibi algılandığında duygusal bağlar kurmamaya çabalarlar. Duygusal yaşamları da davranışları gibi donuk ve sınırlanmıştır.  Kendi duygularına ulaşamadıkları için başkalarına empati duymaktan da yoksundurlar.  Stres altında kendi yaşadıkları insanlıktan çıkmışlığı başkalarına da yansıtırlar.

Sonuç olarak kısaca da olsa kişilik gelişiminin ağır biçimde bozulduğu tabloları özetlemeye çalıştım.  Bu tablolar psikiyatride “karmaşık gelişimsel travma”  olarak niteleniyor. Ancak,  içinde yaşadığı çevre insanoğlunun kişiliğini doğuştan itibaren sistemli biçimde eziyorsa tanıyı o kişiye mi yoksa çevreye mi koymak gerekir bilemiyorum.  Bu çevreyi var eden koşullara,  ekonomik sisteme,  hukuk sistemine, eğitim sistemine kısaca topluma bir tanı koymak belki de daha uygun olacaktır…