Yual Noah Hariri,  Homo Deus adlı kitabında insanların son yüz yılda tarih boyunca insanlığın başına bela olmuş üç problemi; yani kıtlık, veba (ve mikroorganizmalardan kaynaklanan diğer epidemiler) ve savaşları kontrol altına aldığını ve böylece yaşam süresinin giderek uzadığını söylüyor. İnsanın artık kendi kaderini kontrol eden ve ölümü yenerek sonsuz yaşama ulaşmayı yani kendisi tanrı olmayı hedefleyen bir bilimsel gelişme gösterdiğini anlatıyor. Bulaşıcı hastalıklar, açlık ve kuraklık, savaşlar halen var olsa bile homo sapiens artık bunların kontrolünün kendi elinde olduğu inancı ile yaşıyor ve ölüme karşı son savaşını veriyor. Modern insana göre ölüm aşılması gereken teknik bir sorun! İnsanlar bir felaket ya da kaza nedeniyle öldüklerinde yeterince önlem almamış devletler suçlanıyor.  Hariri’nin kitabında Silikon Vadisi patronlarından Peter Thiel’in şu sözlerine yer verilmiş: “Ölüm konusunu ele almanın üç yolu var: kabul edebilirsiniz, inkar edebilirsiniz ya da onunla savaşabilirsiniz.  Toplumumuzda kabullenen ya da inkar eden bireyler çoğunlukta ama ben savaşmayı tercih ederim!”  Öyle görünüyor ki insanlığın gelecekteki savaşı ölümle olacak! Peki insanlığın giderek kadercilikten uzaklaşıp kendi yaşamını kontrol edebilme düzeyi ve daha da iyi kontrol edebileceğine dair beklentisi artarken içinde yaşadığımız topluma “Risk toplumu” ya da “korku toplumu” gibi sıfatlar kullanılması; Panik Bozukluk gibi bir kavramın oldukça yeni olarak 1980 lerde psikiyatri literatürüne girmesi paradoksik görünmüyor mu?

İşin gerçeği varlık oldukça yokluk olacaktır ve Silikon Vadisi patronlarının ölümsüzlüğü bulacaklarına dair inançları her insanın kaçınılmaz olarak yaşadığı yokluk bilgisinin yarattığı o büyük dehşetten kaçınmak için kullanılan pek çok savunma mekanizmasından biri olmaktan öte bir şey değildir. Irvin Yalom’a göre ölüm korkusu o kadar her an hazır ve nazır ve de öyle şiddetli bir korkudur ki insanın yaşam enerjisinin büyük bir bölümü ölümü inkar etmeye harcanır. En birincil ve ilkel anksiyete kaynağı ölüm korkusudur. İnsan daha ölümü bilmezken yok olmanın dehşetini hisseder. Bebeklerde ve çocuklarda ayrılık anksiyetesi diye adlandırılan anksiyete aslında organizmanın yok olmaktan korunmak için kendi güvenliğini sağlayan kişinin yanında kalma mücadelesidir. Bir yaşında bebek henüz ölüm kavramından haberdar değildir ama bedeni onu canlı tutmak için gerekli olan bir güvenlik sistemi ile donatılmıştır. Bu sistemin ona ilk öğrettiği ise güvenli ve güvensiz durumlar ayrımıdır. Güvensiz durumlarda kendini güvenlik sağlayan kişilere yakın olma davranışları göstererek korumak içgüdüsel olarak gelişen bir davranıştır.  Çocukların ölüm kavramı ile tanışmaları ise genellikle dört beş yaşlarından sonra olur.  Çocuk ana babasına “ben ölecek miyim; sen ölecek misin?” gibi sorular sormaya başladığında kültürün ölüm korkusuna karşı aldığı önlemlerle tanışır. İnkar ve unutma yöntemleri işe yarar ve konu kapanır taa ki ölümü hatırlatacak bir durum yaşanıncaya kadar… 

Yalom, korku ve anksiyete arasında ilk olarak net bir ayrım yapan Kierkegaard’dan alıntıyla şunu söyler: “Kişi kendini kaybetmekten ve yok olmaktan dolayı dehşet duygusu yaşar. Bu dehşet duygusu anlaşılamaz, bir şeye yerleştirilemez, bize her yandan aynı anda saldırır ve çaresiz bırakır. Bu hiçlik korkusunu var olan bir şeyin korkusuna dönüştürebilirsek ancak bu şeye karşı bir kaçınma ya da kontrol geliştirebiliriz. Bu şeyden böylece uzak durabiliriz ya da bazı sihirli yöntemler kullanarak onu savuşturabiliriz. Anksiyete (bunaltı ya da dehşet duygusu) korkuya dönüşmek ister!”  Panik kavramı ile tanımlanan işte bu tür bir dehşet duygusudur. Bu yüzden bireyin kendi ölümlülüğünün farkına varması ile inkar etmesi bir olur.

İnkara dayanan stratejiler uyumu sağlayan yöntemlerdir. Kişi kendisini özel hissederek ya da kendini kurtaracak yüce bir güce inanarak sıklıkla da ikisini birden yaparak kendi yokluğu ile ilişkili farkındalıklardan uzak durur. Her birimiz diğerlerinden farklı olmadığımızın; ölümün başkalarının başına geldiği gibi bizim de başımıza geleceğinin bilincindeyizdir. Ancak derinlerde, herkesin içinde yatan bir inanç vardır: “ölümlülük kuralı başkaları için geçerlidir ve ben farklıyım!”  İnsanoğlu tuhaf biçimde içten içe hep böyle hisseder. Kendini bu büyüsel inanışla korumaya çalışır. 

Kişinin kendinin özel olduğuna dair inancı Yalom’a göre uyumu sağlamaya yönelik bir inançtır. Doğanın bir parçası olmaktan çıkıp eşlik eden mutsuzluk, izolasyon gibi duyguları tolere edebilmemizi sağlar. Kendi küçüklüğümüze karşı dış dünyanın akıl almaz büyüklüğünün tuhaflığına katlanabilir hale gelmemizi ve en çok da sürekli bilincimizin kıyısında gezinen ölümün farkındalığı ile baş etmemizi sağlar.  Doğal yasalardan muaf olduğumuza inanmak davranışlarımızın pek çoğunun düzenleyen bir duygudur. Bize bir şey olmaz inancı ile cesur olabilir, yetkin olmaya, güçlü olmaya cesaret bulabiliriz. Ileri gitmek, başarmak, ardımızda eserler bırakmak gibi amaçlar edinmemizi sağlayan yine bu özel olma inancıdır. Bütün bunlar bize bir yaşamı kontrol edebilme hissi sağlar.  Yaşamı kontrol etmek ölümü de kontrol etmek anlamına gelir.

Yaşama yönelik tehditleri kontrol etmek bu kadar önemli olunca beynimizde olası riskleri sürekli kontrol etmeye yönelik bir sistemin var olması beklenebilir bir durumdur. Nöronal bağlantıların oluşturduğu ve “karşılaştırıcı sistem” olarak adlandırılan bir sistemin Davranışsal İnhibisyon Sistemi (BIS) ile bir arada çalışarak sürekli bireyin içinde bulunduğu duruma ilişkin gözlemler çerçevesinde organizmanın bir sonra hangi duyusal etki ile karşılaşacağını öngörmeye yönelik işlediği Gray ve McNaughton tarafından ileri sürülmüştür (1996). Eğer beklenen ve gerçekleşen duyumlar arasında bir farklılık ortaya çıkarsa davranışsal inhibisyon sistemi devreye girerek organizmanın alarm sisteminin harekete geçmesine yani anksiyete belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bireyin iç ve dış çevreyi kontrol ettiği duygusunun azaldığı durumlarda anksiyetenin ortaya çıktığı gerek hayvan deneylerinde gerekse insanlarla yapılan çalışmalarda gösterilmiştir. Örneğin panik bozukluk olan hastaların ortamdaki CO2 konsantrasyonu yüksekliğine panik tepkisini daha sık verdiği bilinmektedir. Buna karşın yüksek CO2 e maruz kalan ancak bu durumu kontrol edebileceğine dair güvence verilen (aslında kontrol edemediği halde..) hastalarda panik atakların görülmemesi, kontrol illüzyonunun ne kadar önemli olduğunun bir göstergesidir.  Kontrol duygusunun gelişimi üzerine yapılan çalışmalar bu sistemin bağlanma sistemi ile ilişkili olduğunu ve bebeğin bakım vereni kendi ihtiyaçlarına yanıt verecek biçimde kontrol etme duygusunun bu sistemin gelişiminde önemli rolü olduğunu ileri sürmektedirler.  Bu nokta bizi  ayrılık anksiyetesinin organizmanın canlı kalma çabasınını ürünü olduğu fikrine geri götürür. Bağlanma ilişkisindeki bozuklukların kontrol hissi gelişiminde de sorunlara neden olduğu; organizmayı canlı tutan sistemin daha sonrasında bireyin kendisini özel, güçlü ve etkin hissetmesi gibi özelliklerin gelişmesine yol açtığı bağlantısı kurulabilir.

Panik sözcüğü neredeyse yazılı tarih kadar eskiye dayanır. Yunan mitolojisindeki anlatımıyla çobanların ve sürülerin tanrısı olan Pan; yarı insan yarı keçi görünümüyle ormanda gezer ve aniden oradan geçenlerin karşısına çıkar ve böylece de insanların büyük ve ani bir korku yaşayarak ve akıllarını yitirmişçesine kaçışmasına neden olurmuş.  Panik terimi işte insanların yaşadıkları bu büyük korku ve kontrolsüzce kaçışma durumunu anlatmak üzere kullanılmaya başlanmıştır. Panik atak kavramı ise psikiyatri literatürüne 1980’lerde girmiştir, Ancak farklı isimlerle çok eskiden beri tanımlanmış bir durumdur. Ön plandaki fiziksel belirtiler ve özellikle de kalbin hızlı ya da güçlü atması, boğulma hissi, solukluk, terleme gibi belirtilerin var olması nedeniyle çoğu zaman bedensel bir hastalık muamelesi görmüş ve kalbe yönelik tedavilerle düzeltilmeye çalışılmıştır.  Amerikan İç Savaşı sırasında askeri bir doktor olan Jacob Da Costa, panik atak belirtilerini bugünküne en yakın biçimde tanımlayan kişi olmuştur. Daha sonra Da Costa Sendromu adı verilen durumu “huzursuz kalp” sendromu olarak tanımlamıştır. Bu hastalığa yakalanan askerlerin bazen birkaç dakika, bazen saatler süren kalp çarpıntısı ve göğüs ağrısı şikayeti ile başvurduklarını ancak kalpte organik bir bozukluk bulunmadığını söylemiştir. 1900 lerden itibaren Freud dahil pek çok psikiyatrist bugün panik atak adını verdiğimiz aşırı korku halini anksiyete bozukluğu olarak tanımlamışlar; bu duruma eşlik eden panik yaşanan ortamdan uzaklaşma çabasına (agorafobi) işaret etmişler ve endişe olarak tanımlayabileceğimiz kronik anksiyete durumlarından ayırt etmişlerdir. Bu olguya birbirinden çok farklı nedensel açıklamalar getirmeye çalışmışlardır ancak Yalom’a göre bu açıklamaların içinde ölüm korkusundan pek bahsedilmemiştir çünkü inkar bilimsel çevrelerin de ölüme karşı yaygın olarak kullandığı bir yöntemdir.  Oysa panik atak ya da anksiyete atağı olarak bilinen durumun en belirgin özelliği yaşanan ölüm korkusu ve kontrol kaybetme korkularıdır. 

Panik atağı organizmanın aslolanın yokluk olduğu gerçeğinin bilince sızmasına karşın aldığı onca biyolojik ve bilişsel önleme rağmen bir nedenle bu gerçeği hatırlaması durumudur.  Genellikle ilk atak beklenmedik biçimde ortaya çıkar ve çoğu insan o anda öleceği hissine kapılır. Bu durumlarda tıpkı Yunan mitolojisinde Pan’ı görme korkusuyla dehşete düşen yolcular gibi kontrolsüzce kaçmaya çalışırız; çünkü dönüp de baktığında göreceğimiz şey bu koskoca evrende yalnızca yıldız tozu olduğumuz gerçeğidir.

KAYNAKLAR:
1. Hariri Y.D. Homo Deus: A Brief History of Tomorrow, Harvill Secker Publishing, Londra, 2016.

2. Chorpita B.F. Control and the Development of Emotion. The Developmental Psychopathology of Anxiety içinde. Eds: MW Vasey, MR Dadds. Oxford University Press, NY, 2001.

3. Yalom I.D. Existential Psychotherapy, Basic Books, Inc. Publishers. NY, 1980.